Kanallar şehri, şiirsel güzelliği ile Amsterdam
Amsterdam’a 2014 yılının Kasım ayında gitmek için, aylar öncesinden bir kampanyaya denk geldiğimde almıştım biletleri. Aslında çok uzun zamandır gitmek istediğim bir şehirdi. O sebeple biletleri aldığımda nasıl bir heyecan duyduğumu anlatamam. Kasım ayında gitmek iyi bir fikir mi, acaba hava çok soğuk olur mu, çok yağmur yağar mı gibi sorular vardı aklımda. Oysa Kasım çok da güzel bir zamanmış Amsterdam’ı gezmek için, sonbaharın en güzel renkleri bizi bekliyormuş.
Hava yağışlı değildi ama genel itibariyle kapalıydı. Güneş bir çıkıyor bir saklanıyordu bulutların arkasına. Buna rağmen çok soğuk da değildi hava. Yolculuk öncesi termal kıyafetlerimizi hazır etmiştik yine de, malum İzmir’in sıcağına alışmış bizlere Amsterdam soğuk gelebilir diye. Giydik de termallerimizi, iyi ki almışız, onlar olmadan bu kadar rahat gezemeyebilirmişiz.
Amsterdam Schiphol Havalimanı büyükçe bir havalimanı, ama çok karışık değil. Yönlendirmeler sayesinde gayet rahat bir şekilde yolunuzu buluyorsunuz. Yolculuk öncesi kalacağımız otelle yazışıp havalimanından otele nasıl gideceğimizi öğrenmiştim. Best Western Leidse Square’de kaldık. Otelin konumu çok iyi, birçok yere çok yakın. Müzeler bölgesine, Vondel Park’a, Heineken Experience’e yürüme mesafesinde. Barlar, restaurant’lar ve cafe’lerle çevrili, capcanlıbir yerde. Otel de gayet güzeldi, kaldığımız oda biraz küçük olmasına rağmen şikayet edecek başka hiçbir şey yoktu. Yine gitsem yine burada kalabilirim gönül rahatlığıyla. http://www.leidsesquarehotel.nl/
Otele ulaşmanın en kısa yolu havalimanından çıkar çıkmaz karşınıza çıkan otobüs duraklarından 197 nolu otobüse binmek. 15 dakikada bir kalkıyor ve biletleri otobüslerin kalktığı yerden 5 €’ya alabiliyorsunuz. Otobüs yolculuğumuz yaklaşık 30 dakika sürdükten sonra 2 dakikalık kısa bir yürüyüşle otelimize vardık, eşyalarımızı otele attık ve hemen şehri keşfetmeye çıktık. Öncelikle aç olan karnımızı doyurmak istedik ve bir arkadaşımın tavsiye ettiği Burger bar’a gittik. Amsterdam’ın farklı birçok lokasyonunda şubesi olan bir hamburgerci burası. Sıraya girip siparişinizi söylüyorsunuz, elinize yuvarlak bir alet veriyorlar. Hamburgeriniz hazır olduğunda alet yanıp sönüyor ve gidip alıyorsunuz hamburgerinizi. Gayet güzel bir sistem. Angus burger yedik biz. Dana eti gibi ama daha tuzsuz gibi geldi bana ama gayet güzeldi. Karnımızı doyurup enerjimizi fulledikten sonra attık kendimizi yine Amsterdam’ın güzel sokaklarına. Kendine has, şiirsel bir dokusu var şehrin, her yerde fotoğraf çekmek istiyorsunuz.
İlk gün Çiçek Pazarı, Begijnhof, Kalverstraat, Dam meydanı, Red Light District derken harita üzerinde işaretlediğim yerlerin çoğunu farketmeden gezmişiz. Aslında amacımız yol yorgunu olduğumuz için çok açılmayıp otel civarlarında takılmaktı ama şehir bizi alıp götürdü resmen.
Begijnhof Amsterdam’ın en eski (Orta Çağ zamanından kalma) avlularından birisi. Çoğu özel konutlardan oluşan tarihi binaların çevrelediği bir avlu. Eskiden rahibelerin yaşadığı Begijnhof’ta bugün bekar kadınlar yaşıyormuş. İngiliz Yenilenmiş Kilisesi (English Reformed Church) nin de yer aldığı bu avlu, old city’nin diğer kısımlarından 1 metre daha derinde.
Avluda bulunan 34 numaralı (The wooden house) ev Amsterdam’ın en eski evi. Begijnhof’a giriş ücretsiz, 08:00 – 17:00 saatleri arasında ziyarete açık. Begijnhof’u şöyle bir turlayıp birkaç fotoğraf çektikten sonra kendimizi Kalverstraat’ta bulduk. Burası birçok mağazaya, restaurant ve cafeye ev sahipliği yapan Amsterdam’ın ünlü alışveriş caddesi. Aradığınız markayı bulmamak imkansız gibi bir şey. İstiklal Caddesini andırıyor biraz ama tabi ki daha düzenli ve özenli.
Burayı da gezerek Dam Meydanı’na çıktık, ordan da takip ettiğimiz yol bizi Red Light’a çıkardı.
Red Light District Amsterdam’ın en çok ziyaret edilen, en çok turist çeken noktalarından birisi. Restaurant, bar ve kafelerin yanı sıra esas olayı cam bölmelerin içinde vücudunu sergileyen hayat kadınları. Bu bölmelerin tepelerinde kırmızı ışıklar yanıyor. Bölge polis koruması altında ve kamera sistemi ile izleniyor. Red Light District’de birçok randevu evi, sex shop, coffee shop ve smart shop var.
Otelden buraya kadar yavaş yavaş da olsa yürüdüğümüz için bir adım daha atacak halimiz kalmayınca Red Light’ın tam kalbinde yer alan Old Sailor isimli bara oturduk, daha doğrusu içerden biralarımızı alıp barın kenarındaki duvara oturduk ve çevremizi izledik bir süre. Çevreyi izlemek için daha güzel bir mekan olamazdı herhalde.
Ertesi gün Rijksmuseum’un oraya gidip bir klasiği yerine getirip “i amsterdam” yazısının önünde fotoğraf çekildik, hemen önündeki cafede karnımızı doyurduk. Sonrasında başlayan yağmur kendimizi Heineken Experience’da bulmamıza sebep oldu.
Heineken Experience’ın biletlerini daha önceden almıştık web sitesinden kişibaşı 16€’ya. Kapıdan alırsanız 18 €. Eğer biletli giderseniz kuyrukta beklemiyorsunuz. İçerisi çok rahat bir şekilde 2 veya 3 saatinizi geçebileceğiniz ve eğlenebileceğiniz şekilde dizayn edilmiş. Kesinlikle sıkılmıyorsunuz; bira tadımı yapıyorsunuz, interaktif oyunlar oynuyorsunuz, biranın yapılışını öğrenip, heineken şişesinin üstüne isim yazdırabiliyorsunuz. Çıkışta fiyata dahil olan kanal turunu da unutmayın. Yarım saatlik çok keyifli bir tur yaptık. Kanal turu öncesi de Heineken mağazasından çeşit çeşit hediyelikler alabiliyorsunuz.
Ertesi günü hava durumu güneşli ve daha sıcak bir gün olarak gösteriyordu, biz de o günü Vondel park’da değerlendirmeye karar verdik. Gitmeden yanımıza abur cuburlar ve içecekler aldık ve saatlerce sıkılmadan parkta gezdik, yorulunca oturduk, bol bol fotoğraf çektik.
O kadar büyük bir park ki, içinde birden fazla gölet, cafe, oturma alanları, bisiklet yolları var. Bir yaz günü çimlerde yayılmak vardı, ama mevsim itibariyle mümkün olmadı bizim için.
Park dönüşü methini çok duyduğumuz Cafe de Klos’a gittik ve o meşhur kaburgalarından yedik. Gerçekten söylemeliyim ki, yok böyle bir lezzet.
Gitmeden yaptığım araştırmalara göre rezervasyon kabul etmedikleri için uzunca bir bekleme sırası oluyormuş ama biz gider gitmez yer bulduk. Gerçi bizden sonra o sıra yavaş yavaş oluşmaya başladı, ve gelen müşterileri yolun karşısındaki cafede bekletip masa boşalınca çağırmaya başladılar.
Menüde diğer seçeneklerin yanında Smoked ribbs ve Normal ribbs var. Normal olan daha yumuşak, diğeri daha aromalı. Ama ikisi de birbirinden lezzetli. Porsiyonlar çok büyük, mideniz küçükse veya çok aç değilseniz bir porsiyon çok rahat iki kişiye yeter.
Sonrasında De Prael diye kendi biralarını yapan çok keyifli bir bar’a oturduk. Çeşit çeşit bira var ve hepsi kendi üretimleri, gayet de lezzetli ve fiyatları uygundu. http://deprael.nl/
Son günümüzde Amsterdam’ı çevreleyen köyleri gezmeye karar verdik. Aslında çok fazla var tabi ama hepsini gezemeyeceğimiz için içlerinden Edam ve Volendam’a gitmeye karar verdik. Bunun için öncelikle tramvaya binip Central Station’a gittik. 24 saat geçerli tramvay bileti 7,5 €. Köylere giden otobüsleri bulmak için central station’ın içinden geçip üst tarafına gittik, gişedeki görevliden biletlerimizi aldık. Bir bilet 10 € ve tüm gün iniş – binişleri kapsıyor. Biz ilk olarak Edam’dan geçen otobüse bindik.
Amsterdam –Edam arası yaklaşık yarım saat sürdü. Yolculuk ise hiç sıkıcı değildi, sağımız solumuz her yer yemyeşil alanlarla kaplı, otlayan mutlu ineklerle doluydu. Hollanda peynirlerinin bu kadar lezzetli olmasının sebebi bu olsa gerek.
Edam, küçücük ama çok şirin bir yerleşim yeri. Bir kanal etrafında dizilmiş evler, aralarda köprüler, bir-iki tane cafe, bir küçük peynir dükkanı, bu kadar. Otobüsten indiğimiz yerden başka bir otobüse binerek Volendam’a gittik. Volemdam Edam’a göre daha büyük, daha turistik bir merkez. Ama yine de küçük bir balıkçı köyü. Çok taze ve lezzetli balık çeşitleri var. Hediyelik eşya almayı düşünüyorsanız buradan alabilirsiniz, çeşit çeşit mağaza var, ve Amsterdam’ın neredeyse yarı fiyatına.
Volendam’dan kalkan tekneler ile Marken adasına gidiliyor, gitmediğimiz için bilemiyorum. Biz Volendam’ı çok sevdik, acayip şirin bir kasaba. Yan yana hediyelikçilerin yanında Cheese factory isimli bir peynir satış mağazası var. Amsterdam’ın içindeki mağazalar gibi aynı. Buralarda istediğiniz gibi tadım yapıp, beğendiğiniz peynirden alabiliyorsunuz. Bunun diğer peynir mağazalarından farkı alt katındaki peynir müzesiydi.
Kasabayı gezmemiz bitince çok şirin bir cafeye oturup balık çeşitlerinden oluşan bir meze tabağı ve birkaç bira ile yorgunluğumuzu attık. Otobüsten indiğimiz yere geri yürüdük ve Amsterdam’a giden otobüse bindik. Hava kararmıştı ama bizim enerjimiz bitmemişti. Otobüsler kaç kere indi bindi yaptığın fark etmeksizin aynı fiyat olduğu için yol üzerindeki başka bir kasabada inmeye karar verdik; Waterland. Tabi çok karanlık olduğu için pek bir şey göremedik ama Edam gibi kanal çevresinde toplanmış evlerden oluşan bir kasaba izlenimi verdi bize. Ve otobüste inmeden önce bir bayana sormuştuk, buradaki evlerin çok güzel ve bir o kadar da pahalı olduğunu söylemişti bize.
Ve son gün, otelimizden check out yaptıktan sonra hızlı bir kahvaltı sonrası bindik ilk geldiğimiz günkü otobüse, gittik havaalanına.
Amsterdam’a dair ayırt edici özelliklerden biri de, şehrin büyüleyici güzelliğinden başka, insanlarının güler yüzlü ve yardımsever olmaları. Otobüse binen herkes şoföre merhaba diyor, inerken teşekkür ediyor, otobüs şoförleri yolda karşılaştıklarında birbirlerine selam veriyorlar. Kuzeyin insanları daha soğuk ve bencil olur derler ama Amsterdam için böyle bir genelleme yapmak çok büyük bir haksızlık olur bence.
Amsterdam’da daha yapılacak o kadar çok şey var ki.. Biz günlerimizi böyle değerlendirdik ama yapılacaklar listesinde işaretlenmeyi bekleyen daha birçok şey var, müzeleri gezmek, (rijks museum, van gogh museum, stedijk museum, anne frank’ın evi), şehir kütüphanesine gitmek, ünlü konser salonunda bir klasik müzik konseri dinlemek gibi. Amsterdam’a bir ziyaret yetmez, bu yüzden, tekrar görüşeceğiz Amsterdam.