Santiago’ya gece varıyoruz. Valparaiso’dan gelen otobüsler ana terminalde durmuyor, yol üstünde bir yerde bırakıyor. Neyse ki metroya çok yakın bir yerde indiğimiz için hemen metroya atlıyoruz. Santiago büyük şehir olduğunu daha ilk anda metrosu ile belli ediyor. Geniş bir metro ağı var ve metro çok temiz ve düzenli. Durakların her biri farklı şekilde dekore edilmiş. Bilet için yoğun ve sakin saatlerde farklı fiyat ödeniyor. Bilet fiyatları Buenos Aires metrosunun yaklaşık 3 katı pahalı, yani yaklaşık 1,5 TL! Metronun en enteresan yanı ise tekerleklerinin metal değil otomobil gibi lastikli olması!!
Buradaki hostumuz Josefina. Kardeşi ile birlikte kalıyor. Josefina’nın çalışma düzeni oldukça değişik. Şili’nin kuzeyinde Antofagasta’da bir gözlem istasyonunda çalışıyor. Atacama Çölü dünyanın en kuru yeri olduğu için en berrak gökyüzü de burada. O yüzden Atacama Çölü çevresinde pek çok gözlem istasyonu var. Josefina bunlardan birinde programcılık yapıyor. 8 gün çalışıp 6 gün Santiago’da tatil yapıyor. Çalıştığı yerdeki havanın kuruluğu yüzünden cildinin aşırı kuruduğunu kot pantolon giymenin bile acı verdiğini söylüyor. Daha sonra Atacama’ya gittiğimizde biz de ona hak veriyoruz.
Aynı günde üç ayrı şehirde bulunmuş olmanın yorgunluğuyla hemen uykuya dalıyoruz.
Santiago sadece başkent olmasıyla değil, çınar ağaçlı sokaklarıyla da Ankara’ya benziyor. Çoğu özel olmak üzere bir çok üniversite var. Üniversite şehri olmuş gibi. Hem birkaç konuda bilgi almak için hem de 3 aydır hiç Türk’le karşılaşmadığımız için konsolosluğa uğruyoruz. Oradan birkaç dönerci adresi alıyoruz ve döner yemeye gidiyoruz. Dönerci cemaatten bir adam çıkıyor, cemaat şöyle, cemaat böyle diye lafa giriyor. Dönerleri yiyip kaçıyoruz. Zaten döner de Türkiye’dekilere benzemiyor.
Şehrin ana meydanı Plaza de Armas’a gidiyoruz. Arjantin ve Şili’deki şehirlerin ana meydanları genellikle ya Plaza de Armas (Silahlı Kuvvetler Meydanı) ya da Plaza San Martin (San Martin, Şili ve Arjantin’i bağımsızlığa kavuşturan komutan). Plaza de Armas’a giren yollardan bir kısmını trafiğe kapamışlar, satıcılarla ve sokak göstericileri ile dolmuş her yer. Santiago’da ciddi bir eczane çılgınlığı var. Bu yaya yollarından birinin sonunda dört yol ağzı olan bir yerin dört köşesinde de aynı eczane var örneğin. Birkaç dükkan yanında bir rakibi, onun biraz ilerisinde ise başka bir rakibi var. Adım başı eczane dolmuş. Eczaneler de eczaneden başka her şeye benziyor aslında. Çoğunun içinde bankamatik var. İçeride çikolatadan mısır gevreğine kadar türlü yiyeceği bulabilmek mümkün. Küçük bir kısım da ilaçlara ayrılmış oluyor.
Plaza de Armas’ın bir kenarını oluşturan binanın altı tamamen sosisli sandviççilerle kaplanmış durumda. Zaten Santiago’da her yer fast foodcu kaynıyor. Sandviçlere de çok güzel isim vermişler. Benim favorim Italiano (yeşil avocado sosu, beyaz mayonez ve kırmızı domates), Murat’ın favorisi completo (mayonez, domates, pişmiş soğan). Viannese (kırmızı domates, beyaz mayonez) ise başka bir çeşit.
Plaza de Armas’ın ortasında bir alanda da amcalar satranç oynuyorlar. Bayağı talep var. Hatta insanlar sıra bile bekliyor. Yaya yollarının kenarındaki ağaçların altında da dama oynayan amcalara rastlıyoruz.
Gece meydanda otururken bir yandan müzik sesleri gelmeye başlıyor. Hemen koşturuyoruz. Yüzleri pandomimci gibi boyanmış 10 kadar kişi tekerlekli bir platformu çekiyorlar, platformdakiler de müzik yapıyor. Bir süre sonra meydanın bir kenarını işgal ediyorlar ve şovlarına başlıyorlar. Yoğun iş temposunda çalışan birinin iş bulma serüvenini, iş hayatını ve iş dışında hiç bir şey yapamadığını anlatıyorlar eleştirel bir şekilde. Şovları bir saate yakın sürüyor. Hem müzik güzel, hem şovları. Karşılığında bir sürü para topluyorlar. İzlediğimiz sokak gösterileri arasında hemen bir numaraya oturtuyoruz.
Ertesi gün dünyanın en eski mumyalarını görmek için Museo Chileno de Arte Pre-Colombino’ya (Kolomb öncesi Sanat Müzesi) gidiyoruz. Müzeyi bulmamız bayağı zor oluyor çünkü şehir haritası yanlış. Elimizde iki ayrı harita var. İki haritada da müze için farklı yer işaretlenmiş, müze ikisinin gösterdiği yerde de çıkmadı!! Mısır’dakilerden bile eski mumyalar diye duyunca gözümde o kadar büyütmüşüm ki, görünce hayal kırıklığına uğradım. Mumyalar minicik. Çocuk mumyalarıymış meğer ama bana bir çocuk için bile çok küçük görünüyor mumyalar. Aslında bir de bağdaş kurmuş bir çocuk mumyası varmış, o biraz daha büyükmüş ama ben gittiğimde sergilenmiyordu.
Şehirde iki turistik tepe var. Bir tanesi Cerro San Cristobal. Buraya Bellavista semtinden çıkılıyor. Biz de Bellavista’ya gitmişken Josefina’nın tavsiye ettiği bir Şili lokantası Caramano’ya gidiyoruz. Burada “pastel de choclo” ısmarlıyorum ben. Güveç içindeki kırmızı ve beyaz etlerin üzeri ezilmiş mısırla kaplanmış ve fırına verilmiş. Çok beğeniyorum. Murat da karides doldurulmuş tavuk yiyor. İkimizin yemekleri de geçer not alıyor.
Bellavista semti Santiago’nun en turistik alanlarından biri. Başta bir cafe bile göremiyoruz, sonra farkediyoruz ki büyük bir kompleks yapmışlar. Bütün güzel cafe ve restoranlar burada. Hepsi de dışarı masalar atmış, her yer özenle dekore edilmiş. Bir yandan canlı müzik, bir yanda güzel yemek kokuları, bir de hediyelik eşyalar olunca ortam turist dolmuş.
Buralarda gezerken akşamı ediyoruz. San Cristobal tepesi gece pek güvenli bir yer olmadığı için yukarı çıkmaktan vazgeçiyoruz. Büyük şair Pablo Neruda’nın evi “La Chascona”ya gidiyoruz. İçerisi sadece rehberle gezilebildiği için rezervasyonumu yaptırıp saatin gelmesini bekliyorum. Giriş ücreti 3500 Şili pesosu = 11 TL. Dışarıda Türkçe konuştuğumuzu duyan birisi yanımıza geliyor. Birkaç ay önce Santiago’ya yerleşen bir Türk. O da burada dönerci açıyormuş. Diğerlerinden daha konsept bir yer yapacağını, hatta franchise vereceklerini anlatıyor. Aylardır bir tane bile Türk görmeyen bizler üst üste Türkler’le karşılaşınca şaşırıyoruz.
Pablo Neruda buradaki evini bir gemi gibi tasarlamış. Alçak tavan, yuvarlak pencereler, su kanalları… Valparaiso’daki evindeki estetik ve yaratıcılık burada da yer alıyor. Yine dünyanın bin bir yerinden taşınan hatıralarla dolu ev. Odalardan biri eğimli, doğru tasarlanmamış ama Neruda burayı gemiye benzetmek için yamuk yaptırdığını söylermiş
Sabah güneşi kaçırmadan San Cristobal’e gidiyoruz. Tepeye funikülerle çıkılıyor. İsteyen yürüyebiliyor da ama bayağı yüksek olduğu için kasmayıp fünikülere biniyoruz. Pazar günü olduğu için bayağı sıra beklememiz gerekiyor. Çoluk çocuk kalabalık bi şekilde gelmiş bütün aileler. Bu kadar çok çocuğun gelmesinin sebebi parkın girişinde hayvanat bahçesi olması.
Funikülerle tepeye çıkıyoruz. En yukarda bir azize heykeli var. İnsanlar mum yakıyor. Aşağıda yine bir sürü hediyelik eşyacı var. Bir de “mote con huasillo” adlı buğdaylı hoşaf satan yerler. Kaynamış buğdayla karışık kayısı hoşafı. Aşağı yürüyerek iniyoruz. İnmemiz baya uzun sürüyor çünkü yol bayağı uzun. Onlarca bisikletli geçiyor yanımızdan. Çıkışa yakın bir yerde Japon Bahçesi var. Orayı da gezip caddeye iniyoruz.
Kalan vaktimizde adresini konsolosluktan öğrendiğimiz Atatürk büstünü bulmaya gidiyoruz. Haritadan bulmamız çok zor oluyor ama uzun süre uğraştıktan sonra etrafta gezerek buluyoruz. Merak edenler için Atatürk büstü Alcantara metro durağına yakın, Av. Apoquindo üzerinde yer alıyor, haritadaki tam yeri için buraya tıklayabilirsiniz. Ufak bir büst ama güzel bir bahçede. Tam da Buenos Aires’teki Atatürk heykeli açılışının Ermeni lobisi dolayısıyla iptal edildiğini öğrendiğimiz zamanlara denk geliyor bu büstü gezmemiz. Galiba bir de Atatürk Lisesi varmış burada.
Ertesi gün de şehirdeki diğer bir tepe olan Cerro Santa Lucia’ya çıkıyoruz. Bu daha alçak, yürüyerek rahatlıkla çıkılabiliyor. Tepenin girişinde bir sürü öğrenci resim yapıyor. Bir de yukarı çıkanların ismini kaydediyorlar. Yukarıda yine And Dağları ve Santiago manzarası var. Santiago’nun bir kötü yanı çılgın hava kirliliğinin olması. Bu yüzden görüş mesafesi çok az. And Dağları’nın ve diğer bir sıra dağ grubunun arasında kaldığı için hava kirliliği şehirden çıkamıyormuş. And Dağları şehrin manzarasını güzelleştiriyor. Bizim evimizde de yattığımız yerden And Dağları’nı görebiliyoruz.
Şehirde görmek istediğimiz iki yer daha var. Biri stadyum. Stadyuma kadar 1 saate yakın bir otobüs yolculuğu yapıyoruz ama sonuç alamıyoruz. Bu sene Şili’de de Bincentenario (200. yıl) olduğu için kutlamalara hazırlıyorlarmış. Görmek istediğimiz ikinci yer de 1973′te diktatör general Pinochet‘nin efsane Marksist başkan Salvador Allende‘yi öldürttüğü Palacio de la Moneda (Para veya Darphane Sarayı, işlevsel olarak ise başkanlık sarayı). Burada da içeri girip giremeyeceğimizi öğrenmeye çalışıyoruz. Şu an giremezsiniz, diyorlar. Ne zaman gireriz diye sorduğumuzda, hafta içi veya saat 4’e kadar gibi bir cevap beklerken Ekim’e kadar ziyarete kapalı olduğunu öğreniyoruz.
Santiago’daki son akşam yemeğimize Josefina’nın annesi de eşlik ediyor. Yakındaki bir sushiciye gidiyoruz. Sushiler çok leziz ama Şili’de olduğumuz için hepsinin içine avokado koymuşlar. Murat avokado sevmediğini söyleyince çok ayıplanıyor. Bu arada Josefina’nın annesinin en çok istediği şeylerden birinin Ayasofya’yı görmek olduğunu öğreniyoruz. Sonra da nispeten uzun bir Orhan Pamuk muhabbetine giriyoruz.
Sabah San Juan’a doğru yola çıkıyoruz. Yine Caracoles sınırından geçiyoruz. Bu sefer And Dağları bembeyaz…
Kaynak: Gülen ve Murat