14:05 Kotor’dan ayrıldıktan sonra damla damla atıştıran yağmur şiddetini arttırıyor. Gökyüzü mateme bürünüp, siyah bir tül ardından gözyaşlarını acımasızca üzerimize bırakıyor. Otobüs yollarda manevralar yaptıkça devrileceğiz diye korkuyorum. Yağış nedeniyle yollar iyice kayganlaştı, umarım şehre vardığımız zaman yağmur dinmiş olur. Adriyatik kıyılarındaki gezimiz, Budva şehri ile devam ediyor. Fotoğraflarını ilk gördüğümde böyle bir şehre gideceğimiz için oldukça heyecanlanmıştım. Budvada diğer şehirler gibi Ortaçağ kasabası etkisini hala koruyan bir yer. Bu bölgede gittiğiniz her şehir kendine özgü mimarisi ile sizi içine çekiyor, ruhundan bir parça mutlaka sizin ruhunuza tesir ediyor ve onun bir parçası oluveriyorsunuz… Yollardaki manzara oldukça güzel, Kotor’dan Budva’ya kadar yaklaşık 1 saatlik yolumuz var. Bu süreç içinde şoför bize yöresel müzikleri dinletiyor, rehberimizde bölge hakkında bilgi veriyor.
İlk dönemlerde bir ada olan şehir, daha sonradan ana kara ile bağlantısı birleşerek yarım ada haline geliyor. Budva hakkındaki en eski bilgiler Sofoklesin trajedyası Oicles’e dayanıyor. Burada anlatılan hikayede Fenike kralı Agenor’un oğlu İlirya’lılar hükümdarı Kadmo ile sürgün eşi Harmonia kendilerine sığınacak bir yer ararken Roma imparatorluğunun sınır çizgisinde yer alan bu şehri keşfediyor. Buraya yerleşmeye karar verdiklerinde yanlarında birde öküz olduğundan şehre Yunanca Bous (öküz) adını koyuyolar zamanla bu kelime türeyerek Budva haline geliyor.
Budva’nın 20.000 kişilik nüfusu ile küçük bir şehir olduğuna bakmayın kendisi 2500 yıllık geçmişi ile bölgenin en eski yerleşimlerinden biri. İlirya’lılar tarafından kurulduktan uzun süre sonra Romalılar tarafından ele geçirilmiş belki de bu yüzde şehirde Venedik havası sezmek mümkün. (Bazı kaynaklarda ise şehri Yunanlı denizcilerin kurduğu anlatılıyor.) Binalarda, kapı, pencere detaylarında hep bir Venedik tarzı var. Uzun yıllar Venediklilerin elinde kaldıktan sonra 1572 de Osmanlılar şehri Venediklilerden almış ama 1 yıl sonra bir anlaşma yaparak geri vermiş. Kısa sürede olsa Osmanlı toprağı olduğunu bilmek güzel. Balkanlarda tatil yapmanın en güzel yanı Osmanlıların bir dönem burada egemen olduğunu bilmek ve duygu ile “büyük büyük dedemler zamanında buraları hep bizimmiş..” diye hava atarak dolaşmak. Türkiye’deki koylarda hala hak iddia edenlere inat Avrupa’nın yarısı da bizimmiş diyebilmek. Osmanlı Balkanlarda uzun süre egemenliğini kurmuş ve buradan Avrupa’ya korku salmaya devam etmiş…
Budva şimdilerde popüler gece hayatı, tertemiz plajları, lüks restoranları ve limanındaduran yüzlerce lüks yatları ile Avrupa’nın jet sosyetesinin turistlik mekanlarından biri olup çıkmış. Özellikle Rus tatilcilerin gözde mekanı haline gelmiş. Yazın Rus turistlerin kalabalığından kendinizi Rusya’da sanabilirsiniz. Budva’ya tur dışında kendiniz gelmek isterseniz THY’nin Podgorica’ya yaptığı uçuşla gelerek buradan ister taksi ile isterseniz de otobüs ile Budva’ya ulaşabilirsiniz. Taksi ücreti yaklaşık 80 Euro civarında, otobüs biletleri her saat başı kalkışlı 6-7 Euro civarında. Yolculuk yaklaşık 1-2 saat sürüyor otobüs veya taksiyle gelme hızınıza bağlı olarak değişiyor. Budva’da Otogarda indiğinizde Sobe yazılı dövizler taşıyan, odalarını kiralayan pansiyonculara sıkça rastlayabilirsiniz. Pansiyon bulma konusunda zorluk yaşamayacağınız için şehir merkezine geldiğinizde odayı görerek kiralamanız en mantıklısı olacak. Budva’ya yakın pansiyonlarda 60 euro ya oda bulmak mümkün.
Tur ile gelenler zaten bu konuda sıkıntı yaşamayacaklar. Tabiki geldiğiniz turlarda verilen araların kaç dakika olduğuna dikkat edin, yada rehberi süre konusunda zorlayın yoksa çok fazla bir şey göremeden dönmek zorunda kalırsınız. Civarda ayrıca Sveti Stefan adasını da görmek mümkün. Her tur şirketi buraya uğramıyor tur ile gelecekseniz en azından panaromikte olsa adayı görmenizi öneririm. Sveti Stefan adası, otelinde kalan çok ünlü konuklarıyla nam salmış bir yer. Sophia Loren, Marliyn Monroe, Liz Taylor ve Prenses Margaret burada kalmış ünlülerden. Ada Budva’nın 5 km uzağında yer alıyor. Adanın kara ile bağlantısı olduğundan yürüyerekte gidilebiliyor. Ancak otelin çok ünlü olması ve bir nevi adanın otelden oluşması nedeniyle maalesef halka açık değil. Bu yakınlarda yüzmek için Hawai adası da denilen St Nikola adasına gidebilirsiniz. Budva’dan gidiş-dönüş 3 euroya bilet alınıyor, yolculuk 15-20 dakika kadar sürüyor.
Denizi genel olarak oldukça temiz ama plajları çok gelişmiş değil. Genellikle Budva çevresindeki plajlarda küçük büfe tarzı yerlerde yiyecek bir şeyler alabilirsiniz. Pljeskavica denilen dana etli yiyecekleri, Niksic isimli biraları, midye ve Rakia (Sırp viskisi) yörenin tercih edilen yiyecek ve içeceklerinden. Yaz aylarında tatil için gelinebilecek çok güzel bir bölge. Kotor’a 1 saat mesafesinde olduğundan ister günü birlik turlarla isterseniz de otobüslerle Kotor’a gidip dönebilirsinizde. En ünlü plajları Becici, Kamenovo ve Kraljinica. Plajları yaklaşık 17 tane. Plajlarda 2 şezlong ve 1 şemsiye yaklaşık 7-8 euro civarında…
Budva bahar ve yaz aylarında çok daha eğlenceli olan bir şehir. Nisanda hediyelik eşya fuarı, Mayısta Budva karnavalı, Haziranda müzik ve dans festivali, Temmuz ayında Budva Night festivali, Ağustosta Tiyatro festivali, Eylül de ise Montenegro açık tenis turnuvası ve Balıkçılık festivalleri yapılıyor. Biz tur ile geldiğimizden onların programına uygun hareket etmek durumunda kalıyoruz maalesef. Bu bir çok yeri görmeyi atlamamıza yol açıyor, turla gelmenin avantajları da var tabi ki hiç bir şey planlamak zorunda değilsiniz. Ben de bu durumun keyfini çıkarıyor otobüste giderken etrafı seyrediyorum…
14:30 Budva’ya ulaşıyoruz araç bizi Stari Grad (eski şehrin) girişinde bırakıyor. Buradan direk sahile doğru yürüyoruz rehberimiz toplam 2,5 saatimizin olacağını bu süreç içinde yemek yiyebileceğimizi söylüyor ama şehri gezdirmiyorlar. Bizde ortamı bilmediğimiz için rehberin peşine takılıp sahile iniyoruz. Sahilde hava şartlarından dolayı açık çok az restoran var bunlardan açık olan birine oturmaya karar veriyoruz. Burada bir yemek yer sonrada şehri gezeriz diye düşünüyoruz ancak yemek servisinin ne kadar yavaş olduğunu maalesef yaşayarak tecrübe etmek zorunda kalıyoruz. Bir garsonun yanımıza gelmesi tam 20 dakika alıyor, gelen garsonun verdiği menüler Kril alfabesiyle yazılmış olduğundan tek kelime anlamıyoruz. Yanında bir İngilizce açıklama da yok, bu sırada rehberden yardım alıyoruz o da bize balık öneriyor. Eşim balık yemeye karar veriyor, ben balık sevmediğimden ve et konusunda Mostar’da yaşadığımız tecrübeden sonra tavuk almaya karar veriyorum. Sıradan bir ızgara tavuk, bir balık, ve salata dedikleri bir kase içinde gelen kesilmemiş 3 yaprak marul, yarım salatalığın dilimlenmiş hali ve yarım domates. Bu ürünlerin hazırlanması tam 1 saat sürüyor, sürekli yemekler nerede diye soruyorum hazırlanıyor diyorlar. Bekle bekle sinirlerimiz iyice geriliyor çünkü şehri gezemeyeceğiz. Siparişin 1,5 saat sonunda bize ulaşması ve bizim yarım saat süren yemek yeme sürecimiz ile StariGrad’ı gezmek için geriye sadece 30 dakika kalıyor. Ama asıl sürpriz bizi yemeğin sonunda bekliyor. Yazılan dilden anlamadığız için yemek siparişi verirken fiyatlarına hiç bakmamıştık. Gelen adisyona bakıyorum; balık 38 euro, tavuk 9 euro gelen salata ! ve kolalar içinde 7 euro toplamda 54 euro ödeyerek Budva’da yemeğin geç gelişinden sonraki ikinci şoku yaşıyoruz. Zaman az, fazla gelen bir yemek adisyonu derken geriliyorum ama gezmeye kararlıyım. Çok hızlı adımlarla neredeyse koşar adım sahili turluyor ve eski şehre giriyoruz.
Şehrin marina tarafındaki ana kapısı üzerinde Kanatlı Aslan figürü bulunuyor bu figürVenedik cumhuriyetinin sembolü. Güney tarafında ise bir kale var kalenin içinde küçük bir müze ve kütüphane de bulunuyor. Stari Grad, Dubrovnik ve Kotor Old Towndan farksız. Ortaçağdan kalma yapılar, kiliseler, evler şimdilerde yerini daha çok cafelere, restoranlara, hediyelik eşya dükkanlarına ve pansiyonlara bırakmış durumda… Şehrin girişinde büyük bir çan, beton bir bloğun üstüne oturtulmuş, hemen altında ise bir kapı var. Burası şehre gelen gemileri gözetledikleri yermiş. Çanın yanında fotoğraf çektikten sonra surların dibinden ilerliyoruz. Surlarında birkaç tane gözetleme kulesi var. 1667 ve 1979 yıllarındaki depremlerde şehir büyük zarar görmüş daha sonra restore edilmiş.
Şehrin içindeki 3 ana kiliseden biri St john (Crkva Sv. Ivana) kilisesi. Burası bir Katolik kilisesi, 1828 yılına kadar Piskoposluk merkezi olarak kullanılmış. Çan kulesi 1867 yılında bitmiş, güney tarafında neo-gotik tarzda piskopos sarayı olarak hizmet veren bir bina yapılmış. Mimari genel olarak 19 yy esintilerini taşıyor. Kilisenin önündeki meydanda birkaç fotoğraf çekiyorum. Bu kilisenın çan kulesini Stari Grad’a girmeden dahi görebiliyorsunuz. Benim ilk fark ettiğim zaten bu kule oldu ve oraya gidelim diyerek uzaktan kuleye bakarak yön tayini yapıp eski şehre girdik. Kilisede içeriye girdiğimde foto çekimi yasak deniliyor. Zaten hangi kiliseye adım atsanız biri çıkıp “Yassah gardeşim” tarzında elini kameraya götürüyor. Kiliselerin içide hani bir Vatikan değil sonuçta. Neden bu kadar hassas olduklarını anlamıyorum. Bizde içeriyi hızlıca dolaşmaya karar veriyoruz. Birçok Hz. İsa ve Meryem tasvirleri duvarları süslüyor. Bu tasvirlerden o kadar çok gördük ki bir süre sonra kanıksamaya başladığımızdan mıdır bilmiyorum beni çok şaşırtmıyorlar.
Diğer kilise Holy Trinity (Crkva Sv. Trojice) burası bir Ortodoks kilisesi. Kilisenin girişkapısının üzerindeki 3′lü çan onu kolayca fark edilebilir kılıyor. Kilise 1804 yılında tamamlanmış üzerindeki beyaz taşlarla örülü süslemeler oldukça dikkat çekici. Bu kiliselerin sanırım en önemli özelliği aynı taş bloklardan yapılmış olması. Kotor’da, Dubrovnik’te gördüğümüz kiliselerde aynı taş ile yapılmış mimariye sahiptiler. Ortodoks yada Katolik kilisesi oluşlarına göre de aralarında farklılar bulunuyor. Kilisenin kapısı kapalı olduğu için içeri bakma fırsatımız olmuyor. Zaten çok fazla zamanımız da yok etrafa bakmak için, bu nedenle kilisenin fotoğrafını çekip burada biraz oyalandıktan sonra hemen yakınlarında olan farklı bir kiliseye doğru yürüyoruz.
Sahilin hemen kenarında ise 804 yılında yapılan St. Mary’s in Punta (Crkva Sv. Marije) kilisesi bulunuyor. Bu kilisenin duvarında Latince bir de yazıt var. Bu yazıt Adriyatik kıyılarının bilinen en eski yazıtı. Bu kilise Pisikopoz binası ile birleştirilmiş Bina dediğimiz küçücük bir yapı. Koni şeklinde çatısı üzerindeki kiremitler onu farklı bir havaya sokuyor. Tam da sahilin kenarında surların dibinde oluşu, esen sert rüzgarlarla, surlara çarpan dalga sesleri arasında kilise korku filmi stüdyosu gibi. Bulutlar üzerimizde yine öbek öbek toplanmaya başlayınca ortamın havası hafiften insanı ürpertiyor. Saatimize bakıyoruz çabucak etrafı dolaşıyoruz ama burada da kapılar kapalı olduğu için içeri giremiyoruz. Bizde buradan ayrılıp şehrin sokaklarında dolaşmaya karar veriyoruz.
Şehir, limon ve narenciye ağaçlarıyla dolu, mevsime rağmen bu sayede yemyeşil yapraklargörmeniz mümkün olabiliyor. Budva sokaklarında dolaşırken çok güzel bar ve restoranlar görüyoruz aslında yemek işini burada da halledebilirmişiz. Ayrıca pansiyon tarzında kalınabilecek evler de var. Sokaklar kışın oldukça tenha olsa da yazlık bu şehirin asıl eğlenceyi yaz aylarında yaşadığını tahmin etmek o kadar da zor değil. Budva’da yazın barlarda her türlü eğlence oluyor ve turistleri çekebilmek için kapılarda güzel kızlar sizi içeri davet ediyor. Direk danslarından çeşitli şovlara kadar mekanlar içeri müşteri çekebilmek için her yolu deniyor. Ben Budva’yı dolaştıktan sonra Bodrum’a benzettim. Kış aylarında bile güzel ama canlılık bahardan sonra yazın yaşanıyor.Burası yaz dönemi tatilinizi geçirebileceğiniz güzel bir yer. Sessiz sakin bir yerde dinlenmek yerine eğlence amaçlı bir tatil düşünüyorsanız Budva bunun için size oldukça uygun bir yer olacaktır.
16:10 Sokaklarda bir çok kafe, bar görüyoruz insanlar oturmuş bir şeyler içerek sohbet ediyor. Hediyelik eşya satan dükkanların sayısı da azımsanmayacak ölçüde bir kaç dükkana girip kendimize gemi şeklindeki küçük biblolardan alıyoruz. Bu ufak bibloların yelkenli kısmında Budva şehrinin bir kabartması da bulunuyor. Fiyatlar 5-8 euro yada aldığınız biblonun güzelliğine göre değişiyor. Magnetler ise 2 eurodan başlıyor ve dükkana göre değişiyor. Magnet almadan hatta hediyelik eşya satın almadan bir kaç dükkan bakmanızı öneriyorum, aynı magneti yada daha güzelini daha ucuza bulmanız mümkün. Dükkanlar da şehir gibi küçük ve yerli halk yaptığı el işi hediyelikleri de buralarda sergiliyor. Çeşitli deniz kabuklarından yapılmış hediyelikler, gemiler en fazla rastladıklarımızdan. Alışverişimizi de yaptıktan sonra vaktimizin dolduğunu fark ediyoruz. Yeniden hızlı adımlarla otobüse bindiğimiz noktaya dönüyoruz. O sırada otobüs gelmiş ve durakta bizi bekliyor. Otobüs durağında birpano var o panoda ise yakınlarını kaybetmiş kişilerin astıkları fotoğraflı ölüm ilanları var. Ölüm ilanlarına bakıyorum, yazılanları anlamasak bile hüzünlü bir durum. Tur gurubunun da toplanmasıyla rehber herkesin otobüse bindiğinden emin olmak için sayım yapıyor. Otobüsteki yerlerimizi alıyoruz ve Dubrovnik’e doğru dönüş yolculuğumuz başlıyor.
16:30 Dönüş yolunda uzun sahil şeridini kullanmak yerine daha kısa bir alternatif olan tünelden geçerek Feribot’a bineceğimiz iskeleye doğru yol alıyoruz. Akşam olmak üzere, güneş dağların ardından batarken etrafta Parlament mavisi bir fon oluşturuyor. Hava aslında fotoğrafçıların tamda sevdiği cinsten lacivert bir gökyüzü, batan akşam güneşinin kızıllığı ile birleşmiş gökyüzünü bir renk şölenine döndürüyor. Bir süre daha bu şekilde yola devam ettikten sonra iskeleye geliyoruz. Hava iyice kararıyor, otobüsümüz Feribottaki yerini alıyor, karşıya geçiyoruz yolculuk yaklaşık 15 dakika sürüyor. Dönüş yolunda o kadar çok yorulmuş oluyorum ki otobüsten aşağı dahi inmek istemiyorum. Etrafı otobüsün penceresinden izlemekle yetinirken eşim fotoğraf makinesini alarak aşağı iniyor ve birkaç fotoğraf çekiyor. Yorgunluğumu bana unutturan bu görüntüye uzun süre bakıyorum. Bu sırada otobüsteki diğer yolcularla konuşma fırsatımız oluyor, eşim turu satın alırken bize bahsedilen Rixos oteli ve casinosunu merak ediyor. Tura katılanlardan bir kaç kişi gidip görmüşler. Casinoda oynamak istiyorsanız, kaldığımız otelden özel taksileri ile alıp daha sonra otele bıraktıklarını söylüyorlar. Bunun üzerine bizde akşam Rixos’a gitmek için sözleşiyoruz. Otele vardıktan sonra biraz dinleniyoruz. Akşam yemekten sonra lobiden buluşup Rixos’u arıyoruz boşta araç olmadığından bizde taksi ile gitmeye karar veriyoruz taksi 10 euro tutuyor. Rixos’a ulaştığımızda ufak bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Otel güzel ama Casinosu 007 James Bond serisindeki Casino Royal sahneleri gibi çıkmıyor tabiki. Ufak bir Casino’su var, otelin kısmen boş olması da az sayıda insanın Casino’da olmasına neden oluyor. Ben daha önce hiç gitmediğim için etrafı inceliyorum. Bu tarz yerlerde oyun oynamak bana göre değil o nedenle sadece eğlence amaçlı 20 euro, yaklaşık 1400 kuna kullanmaya karar veriyorum. Önce makineleri kurcalıyoruz paramızın yüklendiği kartı oyunmakinelerine takıyoruz. Çeşitli kombinasyon seçenekleri uyguladıktan sonra oyunu başlatıyoruz, bazen kazanıp bazen kaybettiğimiz gecenin sonunda elimizde 8 euro kalıyor. Bu kadar eğlence yeter diyerek otelin shuttle aracı ile kendi otelimize geri dönüyoruz. Yazın kalabalık olduğunda sanırım daha büyük olan başka bir Casinoları açılıyor, turda gelenler bu yönde bilgi veriyor. Eğer akşam sıkılıp yapacak bir şey bulamazsanız sizde Casino’ya uğrayabilirsiniz. Otele döndükten sonra saat oldukça geç olduğundan uyuyoruz.
YURDA DÖNÜŞ SON GÜN
07:00 Sabah erken saatte uyanıyoruz. Bugün tatilimizin sona erip yurda dönüş yapacağımız gün. Bavulları toplarken yarı kapalı havaya bakıyorum. Tatil süresince otobüse binerken yağmaya başlayıp, otobüsten indiğimiz anda yağmur durduğu için şükrediyorum. Güzel bir tatilin son anlarını yaşamak kadar hüzün verici başka bir şey yoktur. Bavulları toplayıp kapıya çıkardıktan sonra balkona çıkıp Adriyatik manzarasına bakıyorum, her şey ne kadar huzurlu görünüyor. 1 saat sonra kahvaltıya iniyoruz, kahvaltıda peynir,domates, sahanda yumurta gibi klasiklerin dışında bizim damak tadımıza göre fazla bir seçenek olmadığı için hafif bir atıştırma yapıp lobiye geçiyoruz. Akşam Casinoya gittiğimiz 4 kişiyi bulup onlarla sohbet ediyoruz.
10:45 Lobide otobüsün gelmesini beklerken kendime bir yeşil çay, eşime de kahve alıyorum 4 euro tutuyor. Uçağımız 14:00 te kalkacak bizde burada biraz vakit geçiriyoruz. Daha sonra otobüsümüz geliyor, 1 saatlik bir yolculuk ardından hava alanına varıyoruz. Hava alanı bizim için açıldığından sadece Türk yolcular var. Bizde sırayla Check-in işlemlerini tamamlayıp bavulları teslim ettikten sonra Duty free‘de alış veriş yapmaya başlıyoruz. Dubrovnik’in çikolataları oldukça ünlü bu çikolatalardan ise incirli, bademli, meyveli olanları popüler. Ben incirlisinden alıyorum ama sonradan tadına bakınca beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Şarap yada alkollü bir şeyler almak isterseniz yine oldukça fazla seçenek var. Arkadaşlarımız için de hediyeler aldıktan sonra uçağa biniyoruz. 20 dakika rötarlı da olsa sonunda havalanıyoruz ve 2,5 saatlik yolculuk sonrası İstanbul semaları bizi karşılıyor. İniş sırasında bakıyorum da İstanbul gibisi yok yine de.. Necip Fazıl‘a katılmamak mümkün değil.
“İstanbul benim canım; Vatanım da vatanım… İstanbul, İstanbul…”
Kaynak: Gezente.com
1 Comment
Güzel bir yazı olmuş, bu yazıya da göz atabilirsiniz