“Yeryüzü cenneti” diyorum… “Yaşadığınız yerin kıymetini bilin”.
“Haklısın” diyor kuzenim.
Treunstein isimli bir kasabadayız. Köy ve mezralarıyla birlikte 150 bin nüfuslu Almanya normlarında orta ölçekli bir şehir. Aslında mezra kelimesi yaptığı çağrışımları düşünürsek kulağımda tezat duygusu oluşturuyor. Ama bu gerçek… Almanya’nın özellikle Bavyera’nın gerçeği. Münih havaalanına inmeye hazırlanırken yukardan net olarak gözlemlenebiliyor. Birkaç kilometre arayla birkaç çiftlik evinden müteşekkil mezralar ve çevrelerinde onlarca hatta yüzlerce dönümlük çayırlar… Mezra denilince akla fakirlik ve mezbelelik gelmemeli. Her evin yeterli teknolojik altyapısı mevcut. Ulaşım problemi mükemmel işleyen demiryolu ve sağlam karayolu sistemiyle çözülmüş. Kısa mesafeler için bisiklet en önemli ulaşım aracı. Geniş Alpin çayırlıklar büyükbaş hayvancılık için ideal. Koyun ve keçi yok. Günde en az yirmi litre süt veren inekler geniş çayırlıklarda otluyor. Almanya iyi organize olmuş süt endüstrisi sayesinde AB içinde kendisine konulan süt kotasını hemen her sene aşıyor. Çetin geçecek uzun kış ayları için çayırlar her sene birkaç kere otomatik makinalarla biçiliyor, otomatik makinaların yardımıyla kurutuluyor ve makine yardımıyla balyalanıp poşetleniyor. İklim itibariyle Doğu Karadeniz yaylalarına benzese de arazi yapısının çok daha az engebeli olması ve adele gücünden ziyade makinaların kullanılmasıyla Bavyera Türkiye’ye nazaran çok daha az nüfusla daha fazla hayvancılık katma değeri üretiyor.
MÜNİH
Münih Bavyera’nın başkenti. 1,5 milyon civarında nüfusa sahip bu Almanya’nın üçüncü büyük şehrinde kozmopolit bir yapı hakim. Neredeyse tamamen Türklerden ve Slavlardan oluşan mahalleleri var. Ne Berlin kadar kaotik, ne Hamburg gibi soğuk ve kibirli. Kendi halinde, zengin ve stil sahibi… Tam merkezde yer alan Freuen Kirche’nin 14. katına tırmandığınızda sere serpe uzanıyor dört yöne doğru ismine oranla ne kadar küçük bir şehir olduğunu düşündürterek. Almanya’nın turizm ve finans merkezi. Endüstri açısından da fakir sayılmaz. Zaten Almanya’nın dünya çapında en büyük başarılarından biri sanayisini fevkalade bir örgütlenme başarısı göstererek bütün şehirlere taksim etmiş olması. Evet, kuzeybatı havzası zengin kömür ve demir yatakları ile bir adım önde belki ama fabrikasız bir kasaba da yok. İstanbul benzeri “taşı toprağı altın” bir kümelenme merkezi ise hiç yok. 83 milyonluk ülkenin en kalabalık nüfuslu şehri başkent Berlinde 4 milyon insan yaşıyor. Münih ilk bakışta sıradan ve sıkıcı bir şehir gibi görünebilir ama bir günde asla gezip bitiremeyeceğiniz müzesini ya da parkın mı şehrin, şehrin mi parkın içinde olduğunu kavrayamadığınız kuzey bahçelerini gezmeye başladığınızda fikriniz değişecektir.
Münih’in ve elbette bütün Alman şehirlerinin merkezi Rathaus. Hükümet binası anlamına geliyor. Bugün postane olarak hizmet gören bina yüksek tavanı, kalın duvarları ve gotik tarzı mimari estetiğiyle Alman güç ve gururunu simgeliyor. “Marientplatz” olarak adlandırılan eski şehir merkezinde birbirlerine beş dakika yürüme mesafesinde kuleleri göğe yükselen üç adet kilise bulunuyor; Asamkirşe, Peterkirşe ve Freuenkirşe. Katolikler Freuenkirşeyi tercih ederken diğer iki kilise Protestanların ibadethanesi. Ancak şehrin sembolü Asamkirşe. Bu yüzden de en güzel panoroma Freuenkirşenin kulesinden seyrediliyor. Postaneden beş dakika yürüme mesafesinde eski Bavyera krallarının sarayı Rezidenz yer alıyor. Rezidenzin önünden İsar nehrine doğru uzanan cadde pahalı butiklerin yer aldığı Maximillen caddesi. Nehrin karşı yakasında da Almanyanın 19. yüzyılda sanayi devrimini nasıl tamamladığını, nasıl iki kere dünyadaki sömürge paylaşımına isyan etme cesareti sergilediğini, iki kez tamamen yıkılıp nasıl tekrar toparlanabildiğini ve elbette meşhur Alman gururunun nereden geldiğini anlamanızı sağlayacak Deutsches müzesi yer alıyor.
Doğrudan Münih’le ilgili olmayan ancak Almanya’ya ilk kez gelen biri için gerçekten şaşırtıcı olan şey ise temizlik. Daha önce temiz kentler ve devletler görmüştüm. Mesela Singapur. Ama burası için temizlik öylesine vurgulanmıştı ki ziyaretçisini şaşırtmıyordu. Almanya da ise neredeyse Alp Dağlarından Baltık Denizine kadar bütün ülke tertemizdi. Bir şehrin ana caddelerinin, binalarının, parklarının temizliği anlaşılır bir şeydir. Ama sokaklarının, umuma açık binalarının, taşıtlarının, tarla çitlerinin, şehirler arası yol kenarlarının, tren raylarının her iki tarafının tertemiz olması, yani atılmış bir pet şişe yada ezilmiş teneke kola kutusuna rastlanılmaması imrenilecek bir şey. Özellikle Sirkeci Halkalı hattında sadece bir kere seyahat etmiş biri bile tezadı algılayacaktır.
Almanya’da ziyaretçiyi şaşırtan ikinci gerçeklik “federal” kelimesinde saklı. Hangimiz “ari ırk” projesinin doğduğu topraklarda bir lokanta kapısında “burada bayeriş (Bavyera Almancası) konuşulur” levhası görmeyi bekler ki ? Ama tarihi gerçek Almanyanın eyaletlerden oluştuğu ve bir Alman’ın Alman olmadan önce Bavyeralı, Saksonyalı ya da Westfalyalı olduğu gerçeğidir. Ama hangi eyaletten olursa olsun Alman ustabaşı, başka bir milletten olan mühendisin önündedir. Dolayısıyla Almanya dünyanın süper beyinlerinin ışığa koşan kelebekler misali kavuşmak için can attıkları bir ülke olmayacaktır, Almanya asla bir ABD olamayacaktır. Bu gerçeği, saat on dörtten sonra spor merkezlerini, yüzme havuzlarını, parkları dolduran binlerce Münihlinin yanına koyun. Haftasonları kırlarda bayırlarda pedal basanları, her trende bisikletli vagonu olduğunu, trenlerin onbinlik kasabaları bile birbirine bağladığını, şehirlerarasında 250 kilometre/saat sürat yaptığını ve bir kaç dakika rötarın olağandışı kabul edildiğini hatırlayın. Rahatlıkla söylenebilir ki Almanya minimum eforla maksimum konforu ve hayat kalitesini vatandaşına sunmayı başarmış bir sistem ülkesidir. Faşizan duyguları göz önünde bulundurulursa asla bir dünya lideri olamayacaktır ama uluslararası markaları, 800 avroluk işsizlik maaşı, en büyük şehirden en ücra köşeye kadar dağıttığı kaliteli ancak ucuz eğitim ve sağlık hizmeti düşünüldüğünde dünyanın en “keyif veren ve problemsiz” ülkelerinden olmaya devam edeceği tahmin edilebilir. Üçüncü temel ihtiyaç olan barınma ise 2050 tahminlerine göre %20 azalacak nüfus sayesinde mesele olmaktan uzak görünüyor. Bu analizi doğrularcasına yaşıyor bugün Münihli. En temel kaygı akşam saatlerini nasıl değerlendireceği ya da hafta sonu nereye gideceği… Sömürgelerinin iliğini kemiğini emip bugünlere gelen sermaye şımarığı İngiliz ve bu yarışta ondan geri kalmayan “ben neydim” delisi Fransızlar ve topraklarının altında yatan enerji deposuyla varlığını devam ettiren Rusların yanında, dedelerinin müthiş kol ve beyin gücüyle biriktirdikleri sermayeyi tıkır tıkır işleyen bir saat gibi çalışan sistemin emrine veren Almanlar hemen ayrılıyorlar. Almanyanın “dağlıları” Bavyeralıları görünce insan bunları düşünmeden edemiyor.
Münih caddelerinde “Sınıfında Almanya’nın en çok satan otomobili Avensis” reklamının balon olduğunu görüyorsunuz. “Sınıf”ın “Japonya’dan ithal edilen otomobiller sınıfı” olduğunu öğrenmek oldukça öğretici oluyor. Almanlar ülke sathına yayılmış 450 Max Plank enstitüsü (teknik üniversite) ile belli bir milli gururu yakalamışlar ve meşhur “Alman usulü” örneğinde somutlaşan para sevgilerine rağmen üç kuruş ucuz diye Kore arabasına binmeyecek kadar akıllılar. Ya da bunun ülkeleri için neye mal olacağını görebiliyorlar demek lazım.
Münih’te bir de “zavallı Türkler” geçeği var. İç kanatıcı hikayelerin çokluğu ya da “duvara karşı” hüznünün çıplak gerçekliği. Türkçe konuşamayan üçüncü nesil, kimliğini konumlandıramayan gençler, tipik bir Almandan iki kat fazla çalışan mesela sabah sekizde açtığı dükkanın akşam dokuzda kapatan dönerciler, vergi ödememek için yastık altı yapılan kazançlar, tabela holdinglerine kaptırılan milyonlar, üzerlerinde bulunursa el konulacağını bildiklerinden (on bin avro üzeri) Türkiye’ye getiremedikleri beşyüzlük banknotlar, yürümeyen evlilikler, dile hakim ol(a)madığı için acımasızca hayatın en başında “aptal” damgası yiyip sistem dışına itilmiş “azınlık” çocukları, daha bir kere Maximillen’de ya da İsar kıyısında yürümemiş Aksaraylılar, Mardinliler, Yozgatlılar, Münih’te “göçmen”, Anadolu’da “Almancı’lar…
BAVYERA İÇLERİ
Aracımız üç şeritli yamasız otobanda dondurma kutusundaki kaşık gibi kayıyor. Ama biraz fazla ses var. Şoför “1936 model” diyor. İşte çalışmadan kastettiğim şey. O tarihlerde Anadoluda birçok büyük şehir arasında sadece kağnılarla yaylıların işlediğini kim inkar edebilir? Peki böylesine mükemmel bir yolda neden bu kadar çok ses geliyor, özellikle de aracın altından?
“Yol bozulmasın diye altına demir döşenmiş, bu da fazla ses yapıyor”
İşte bu da “Alman sistemi” oluyor. Sadece yol örneğiyle bu ülkeyi anlamak mümkün. 1936 yılında gece gündüz beton atan bir çalışkanlık ve bir kez yapılan bu yol hemen bozulup dağılmasın, yama için tekrar tekrar işgücü, mazot, mıcır harcanmasın diye bir seferde işi bitirme mantığı. Aynı sistemin ABD de kullanıldığını (ikinci dünya savaşından sonra) hatırlatmalıyım.
Tamam, abarttığımın farkındayım. Ama Romalıların “barbar” dediği bir kavimden kendi kafa ve kol gücüyle süper güç olmayı başarmış bir devlet sistematiği karşısında insan etkilenmeden edemiyor. Biz de olması gereken özelliklerin neredeyse tamamının bu insanlarda olmasını nasıl açıklayacağız? Tekvini kanunların şifresini çözmüş ve eğitim sistemine yerleştirmiş bir ülkeyle karşı karşıyayız. Otuz beş yaşında genelkurmay başkanı olan Enver Paşanın zihni, bu takdir hissinin abartılı bir hale gelmesiyle zehirlenmiş olmalı. Milyonlarca Almanın “Herkesten üstünsünüz” hezeyanına “evet Führerim” selamı durmasına yol açan kitlesel psikozun temelleri aynı zehirde aranabilir. Bugün ise gençler detaylı incelendiğinde burunda, dudakta, çenedeki metal halkalardan, kaymış bakışlardan, ferdi merkeze çeken haz anlayışının izlerini yansıtan tavırların yoğunluğundan, eğitim aşamasının popüler kültür hegemonyasında erozyona uğramakta olduğu kolayca anlaşılır. Sistemin uzun vadede tıkanması ihtimaline karşı Almanya nasıl hareket edecek? ABD’de olduğu gibi dışardan sistemi çevirecek “süper beyinler” mi ithal edecek, Fransa’nın yapmaya çalıştığı gibi sistemin üzerindeki erozyonu en aza mı indirmeye çalışacak?
Zümrüt yeşili çayırların ortasından ufka, zirvelerindeki buzulların haziran sıcağına direndiği mor dağların arasındaki karanlık vadilere doğru yol alıyoruz. Yolun her iki yakasını şirin mi şirin evler süslüyor. İki ya da üç katlı, alt katları mutlaka beyaz, çatı katları ahşap kaplama, pencereleri istisnasız ahşap panjurlu ve elbette ahşap balkonlu Bavyera evleri… Şirinlikleri ise balkonları süsleyen rengarenk çiçekler. Zenginliğin izlerini taşıyan temizlik, tertip, düzen. Hemen her Bavyeralının, başkent Münih’te yaşayanların ekserisinin bile böyle bir kır evi var. Hemen hepsi onlarca yıllık ve ata yadigarı. Büyük ailenin ihtiyaçlarına göre dizayn edilmiş bu geniş ve ferah mekanların bakımının el yaktığını, en pahalı parçanın ise genellikle yekpare bakırdan mamul çatı olduğunu öğrenmek şaşırtıyor insanı. Yaklaşık yüz bin avroya mal olan bir çatı değişikliği nasıl korkutmaz ki insanın gözünü?
Bavyera dağlar ve göller ülkesi. Eh, biraz gezmeye meraklı herkes bu iki unsurun birlikteliğinden nasıl nefes kesici manzaraların çıktığını bilir elbette. Ama rahatlıkla “Almanyanın İsviçresi” diyebileceğimiz bu topraklar en has gezginin bile ağzını açık bırakacak, başını döndürecek güzelliklere sahip. İster “König See” gibi Milli Park sınırlarında olan en popüler mekanlar, isterse daha az bilinen “Unter See” gibi köşeler olsun, hepsinde bir keşif heyecanı tatmak, kalem gibi köknar ormanlarının sudaki akislerini seyre dalmak, her saat yeşilin değişik tonlarına bürünen suyun bulularla oynaşmasının verdiği inanılmaz hazzı yaşamak mümkün. Özellikle König See yanı başında Almanyanın en yüksek ikinci zirvesine sahip olmasının getirdiği avantajla yaz aylarının hafta sonlarında adeta dolup taşıyor. Bisikletiyle trene atlayan delikanlı trekkingçiler, manzaranın tadına varmak için arabalarıyla gelen orta yaşlılar, romantik bir an peşinde koşan daha yaşlılar, hemen herkes gölü kirletmesin diye sadece aküyle çalıştırılan botlarla karşı kıyıya geçiyor. Ve cesareti olanlar gayet belirgin patikalarda terleyerek zirveleri zorluyor. Her mevsim birbirinden tamamen farklı renklere bürünen manzaranın baş döndürücülüğünü vurgulamaya bile gerek yok. Etrafta en ufak bir çöpe rastlanamayacağını, kalabalığa rağmen rahatsız edici bir tavır ya da olayın keza mümkün olamayacağını hatırlatmaya da lüzum yok.
Bavyera da muhteşem dağ göllerinin yanında daha mütevazi ova gölleri de mevcut. Gezgin için bunların en ilginç yanı Almanlar tarafından deniz muamelesine tabi tutuluyor olması. Kenarları sazlık olanından tutun gerçekten güzel kumsalı olanlara kadar hepsinde yüzülüyor. Suları oldukça soğuk olmasına rağmen, hava güneşliyse kaçınılmaz olarak bütün kıyılar güneşlenen ve yüzen çevre sakinleriyle doluyor. Bu göllerin içinde en büyüğü “Chimsee”. İçinde iki ada barındıran bu gölün diğerlerinden bir farkı var. Fransa’nın meşhur kralı 14. Lui’nin çağdaşı ve onun hayranı olan Bavyera kralı 2. Ludwig’in yazlık sarayına ev sahipliği yapması. Bavyeranın en meşhur turistik merkezlerinden olan saraya gölün kıyısındaki kasabalardan kalkan teknelerle ulaşılıyor. Her şey o kadar turistik ki, yandan çarklı teknelerde ziyaretçileri eğlendiren kaz tüyü şapkalı yakasız ceketli folklorik giysiler içinde yerel ezgileri çalan orkestra adeta bir masal dekoru oluşturuyor. Her şey sanki misafirlerde 18. yüzyılda kralın sarayına davet edilmiş hissi uyandırıyor. Tekneden inince faytonlar kıyıda bekliyor. Gayet güzel ve romantik bir peyzaj içinden geçilerek saraya ulaşılıyor. Saray daha bahçesindeki heykellerin işçiliğiyle içindeki işçiliğin detayları hakkında ipuçları vermeye başlıyor. Nasıl ince bir işçilik, nasıl ağır bir dekor, ne kadar aşırıya kaçan bir lüks anlayışı… Salonlarda yer alan malzemelerin hemen hepsi, yatak odasının tamamı altın kaplama. Rehber sarayın Versay’a bir nazire olsun diye yapıldığını izah ediyor. Ve zavallı Ludwig’in ömrü boyunca burada sadece iki hafta kadar ikamet ettiğini, sonrasında kralın gayri meşru eğilimleriyle ilişkilendirilse de üzerindeki sır perdesi tam çözülmeyen bir cinayete kurban gittiğini izah ediyor. Ne zavallılık! O kadar yalnız ve enaniyetli bir adammış ki, aşçılar ve garsonlar kendisini görmesin diye yemek odasını mutfağın üzerine inşa ettirmiş. Yemek masasının üzerine canının çektiği yemekleri yazar, bir vinç yardımıyla mutfağa yollarmış. Garsonlar masayı bezedikten sonra da vinçle masa yukarı kaldırılırmış. Dolmabahçeyle kıyaslarsak lüks açısından fersah fersah ötede duran Ludwigin sarayı, Ludwig’den ziyade Alman turizm bakanlığına yaramış görünüyor. Gene de daha 18. yüzyılda bile Alman eyaletlerinin nasıl bir sermaye biriktirdiklerini göstermesi açısından ilginç ve çarpıcı bir yer. Folklorik ezgiler, kıyafetler ve elbette Alp dağlarının eteklerinde olmanın sunduğu manzara gibi yol boyu tanık olacaklarınız ise geziyi daha da ilginç kılan sürprizler.
Kral Ludwig’in tek sarayı burası değil. Füssen kasabasındaki Schloss Hohenschwangau, beyaz badanalı duvarları ile özellikle sonbaharda yaprakları altın rengine bürünen kayın ağaçları arasında bir mücevher gibi parlıyor bugün. Almanya’da iç turizmin en popüler mekanları arasında yer alan bu kasabaları birleştiren hat “romantik yol”, bölgedeki kale ve malikaneler de “peri masalı şatoları” olarak adlandırılıyor. Turist broşürlerinin kapaklarında yer alan nefes kesici manzaralara bakılırsa bu pazarlama stratejisini hoş görmekten başka bir şey elden gelmiyor. Almanlar pazarlama konusundaki hünerlerini, bazı kale ve şatoları konaklamaya açarak iyice ilerletmişler. Puslu bir ekim sabahı rahat bir yatakta uyanıp, pencereye yönelince aşağılara doğru uzayıp giden rengarenk orman denizi manzarasına kim hayır diyebilir? Gerçek şu ki, isminden mülhem bölgeye sonbahar da, renklerin en romantik, ışığın en yumuşak olduğu zamanda gelmeli.
Söz mevsimlerden açılınca kışı anmadan geçmek olmaz. Bütün Almanya’nın ve belki de birkaç merkez dışında Avrupa’nın en ünlü kayak pistleri Bavyerada yer alıyor. “Garmiş-partenkirşen” diye telaffuz edilen bu yörede 1936’da kış olimpiyatları düzenlendiğini söylersem herhalde mekan daha iyi anlaşılır. Alman (Bavyera) Alplerinin en yüksek noktası Zugspitze de 2966 metrelik zirvesiyle burada yer alıyor. Haftasonları yüzlerce Almanın kaskları ve eldivenleri ile zirve denemesi yaptıklarını tahmin edersiniz. O kadar enerjisi olmayan ama cebi dolu olanlar ise Almaya şartlarında bile “pahalı” kabul edilen teleferiğe biniyor. Teleferik tamamen farklı bir “macera ve göz zevki” oluşturduğu için uzaktan karınca sürüsüne benzeyen gruplarla tırmanıp, teleferikle inmeyi tercih edenlerin sayısı da az değil. Kulağa tuhaf gelebilir ama zirveden inmek çıkmaktan daha zor. Çünkü attığınız her adımda dizlerinize çıkarkenkinden iki kat fazla yük biniyor. Eh, hem dizlerini korumak, hem de farklı bir göz zevki yaşamak isteyenler de teleferiğe doluşuyor. Zugspitze’den sonra en çok belki de ondan daha çok tercih edilen tırmanma rotası ise Karwendl tepesi. Burada Alman göz zevkinin hakkını vermem gerekiyor. Çünkü Karwendl’ın özelliği ne en yüksek ikinci zirve oluşu ne de dağcıları cezbeden çok özel bir rota oluşu. Tek özellik Zugspitze’nin ve elbette bütün panoramanın en güzel seyredildiği tepe olması. Kızkalesinde çay içmek yerine Salacaktan güneşin batışını izlemek gibi bir şey. Enfes…
Bavyeranın kuzeybatısındaki deki en büyük şehri Augsburg ise Martin Luther’e ilk destek veren şehir olması ile ünlü. 15. yüzyıldan beri devam ede gelen sosyal yardımlaşma sandığı “Fuggerei” şehir sakinlerinin gelenekelerine nasıl sıkı sıskıya bağlı olduğunun göstergesi adeta. Kuzeydeki Nürnberg ise 11-15. yüzyıllarda orta Almaya’ya başkentlik yapmış olmasına rağmen, bugün daha çok 2. Dünya Savaşı onrasında Nazilerin davalarının görüldüğü mahkemelerle ev sahipliği yapmasıyla hatırlanıyor. Ocak 1945’te ise savaşta yaşanan en ağır bombardımanlardan birinin Nünberg’e yapıldığı kimsenin aklından çıkmış değil. Birkaç saat içinde şehrin yüzde doksanını mıcır yığınına çeviren bombardımana inat bugün şehrin merkezinde Bavyera’nın gururu taşlaşıyor adeta. “Bu ülke gerçekten yenildi mi?” “Nürnberg gerçekten yerle bir edildi mi?” diye sormadan edemiyor insan. Baksanıza köpeklerini gezmeye çıkarmış seksenlik yaşlıların güleç yüzlerinde bile bu travmanın kırıntılarını boşuna arıyor insan.
Bavyera, Almanya’nın Alplerin eteğindeki platosu. Bu muhteşem sıradağlardan Almanya’nın bahtına düşen güzellikler diyarı… Gidilesi, görülesi, yaşanılası bir yer. Bir yeryüzü cenneti…
Bu yazı 2007 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 8. sayısından alınmıştır.