Ulanbator‘dan yola çıkalı yaklaşık iki gün oldu. Çukurlarla dolu arazide durmadan ilerliyoruz. Bir ara Rus yapımı, gri ve eski minibüsümüz durdu. Aşağı indik, etrafıma bakındım. Ufukta bir dağ bile görünmüyordu. Ne bir rüzgar uğultusu ne de bir kuş cıvıltısı duyabiliyordum. Biraz ileriye doğru gidince adımlarımın çıkardığı ses bu sessizliği bozan tek şey oldu. Sıcağı ensemde çoktan hissetmeye başlamıştım. Özcan’la birbirimize baktık, nihayet gelmiştik, Gobi çölünün tam ortasında duruyorduk…
Ulan Bator‘a gelişimiz bir hayli zor olmuştu. Baykal Gölü’nde tanıştığımız Şili’li çift ve TransSibirya‘da tanıştığımız İspanyol ve Çek çifti ile Ulan Bator‘da aynı hostele yerleştik. Ertesi gün hep beraber Ulan Bator sokaklarını adımladık. Burası Avrupa’nın vitrinlerle dolu ışıklı caddelerine hiç benzemiyor. Ama yine de Cengiz Han’ın torunlarının modayı yakından takip ettiği belli. At nüfusunun insan nüfusundan daha fazla olduğu bu ülkenin başkentinde gezilebilecek çok fazla yer yok. Cengiz Han‘ın heykelinin bulunduğu Sukhbaatar meydanı ve bir de manastır mevcut. Özcan’la Moğolistan’da asıl görmek istediğimiz ise bozkır ve çöl hayatı. Bir de Orhun Abideleri elbette. Ülkenin büyük kısmı bozkırdan oluşuyor ve buralarda belli bir yol yok. Bu yüzden yol arkadaşlarımızla beraber Rus yapımı bir minibüs kiralayıp bozkırları iyi bilen bir Moğol şoförünün yardımıyla Gobi Çölüne gitmeye karar verdik.
Bozkırda Geçen 6 Gece
Ulan Bator’da geçirdiğimiz iki günden sonra Gobi Çölü’ne gitmek üzere sabahın erken saatlerinde yol aldık. Araç güneye doğru gidip Gobi Çölü’ne ulaşacak, sonra batıya ve kuzeye doğru ilerleyip tekrar Ulan Bator’a geri dönecek. Yol üzerinde sadece bir kaç kasaba var. Bu yüzden bir kaç günlük yiyeceğimizi Ulan Bator’dan temin ettik ve yedi gün sürecek bu macera için şehirden ayrıldık.
Ulan Bator’dan çıkar çıkmaz kendimizi bozkırın çukurlarla dolu toprak yollarında bulduk. Yol diyorum ama aslında bozkırdaki tekerlek izleri demek daha doğru olur. Bu izlerden birden fazla var ve herbiri başka yöne doğru gidiyor. Tıpkı bir Moğol atasözünün dediği gibi; “Her Moğol’un bir yolu vardır”. Türklüğün doğduğu bu topraklarda yaşam hiç değişmemiş sanki. Alabildiğine boşluk, bu boşlukta yer yer yurt adı verilen çadırlar, başıboş dolaşan at sürüleri ve atını dört nala koşturan Moğol çobanlar. Günde ortalama altı saat yol yapıyoruz ve yalnızca öğle yemeklerinde mola veriyoruz, bir de yol üzerindeki mavi bez bağlı taş yığınlarında. Önce ne olduğunu anlamadığımız bu yığınların sonradan Moğol kültürünün bir parçası ve kutsal yerler olduğunu öğreniyoruz.
Şoförümüz bu yığınlardan her geçişte ya inip etrafında üç kez dönüyor ya da arabanın kornasına üç kez basarak yanından geçip gidiyor. Geceyi bozkırın ortasında bir yurt çadırında uyku tulumlarında geçirdik. Diğer gün yine yol almaya devam ettik. İlerledikçe bozkır yerini daha da çorak bir toprağa, atlarsa yerini develere bıraktı. Çünkü artık Gobi çölünün sahasına girmiştik. Akşam üstü Beyaz Dağlar olarak anılan bölgeye geldik. Bu tepenin üzerinden Gobi’ye uzun uzun baktık. Meğer dünya ne kadar ıssız ne kadar boşmuş! Buradaki manzarayı seyredip Gobi Çölü’ndeki ilk geceyi geçirmek üzere bir ailenin çadırına misafir olduk. Çölün ortasında yuvarlak bir çadırda develerin arasında bir yaşam sürdüren bu aile bize deve sütlü çay ve keçi peyniri ikram etti. Gobi’nin üzerinden gün ağır ağır battı. Gündüz çölün güzelliği büyüleyici olduğu gibi geceleri ise ayrı güzel. Uzun zamandır yıldızları bu kadar net görmemiştim.
Üçüncü gün hedefimizde çöldeki Dalanzadgad şehrine ulaşmak var. Yine sabahın erken saatlerinde çıktık yola. Uzun bir yolculuğun ardından çölün ortasındaki bu yaşam bölgesine vardık. Çoğunlukla çadırlardan oluşan bu yerleşim yeri bize çölde hayat olabileceğini kanıtladı adeta. Geniş, birbirine benzeyen tozlu sokaklarda ve çadırların arasında top koşturan çocuklar. Meraklı gözlerle bizi izleyen insanlar burada bulunma ihtimalimizi sorguluyor gibiydi. Sokakların arasında dolaşmaya çıktığımızda bizi gören çocuklar utangaç edalarla ve üç beş kelime İngilizce’yle iletişim kurmaya çalıştılar. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık, güneş batınca kaldığımız çadırı bulmak biraz zor oldu.
Çöl denilince insanın aklına hep kum tepeleri gelir. Gobi çölündeki bu tepeleri görmek için ertesi gün saatlerce yol aldık. Bu yolculuğun yorgunluğunu ise tepelerin üzerinde bir sağa bir sola koşturarak çıkardık. Üzerine basmaya kıyamadığımız bu kum tepelerinin üzerinden usulca gün batarken biz de çadırlarımıza doğru yol aldık. Yol arkadaşlarımızdan Şili’li çiftin birinci evlilik yıl dönümünü hep beraber kum tepelerinin yanında bir Moğol çadırında kutladık.
Bir sonraki hedefimiz ise Karakurum şehrine gitmek. Bu yolculuk bir günden fazla sürecek, bu yüzden yedi saatlik yolculukla önce Arvaikheer kasabasına geldik. Zamanımızı alışveriş yaparak ve dinlenerek geçirdik. Buradaki insanlar da yine meraklı gözlerle bizi izledi. Hatta yoldan geçen bazı arabalar durup, uzun uzun yüzümüze bakıp yollarına devam ettiler. Kendimi hiç bu kadar yabancı hissetmemiştim. Dinlenerek geçirdiğimiz bir geceden sonra sabah Karakurum’a doğru yolumuza devam ettik. Burası gezinin önemli duraklarından bir tanesi. Çünkü Moğolistanın belki de en eski manastırı olan Erdene Zuu burada bulunuyor. Bizim için bir başka önemli nokta ise Orhun Abideleri’nin buraya 46 km uzaklıkta bulunması.
Önceden çoğunluğun Şamanizmi benimsediği Moğolistan da 16 yy dan sonra Budizm hızla yayılmış. Bugün ülkenin büyük çoğunluğu Budistlerden oluşuyor. Erdene Zuu manastırını meraklı gözlerle adımladık. Etrafta turuncu kıyafetli monklar, Buda heykelleri ve Budizme ait birçok tasvir bulunuyor. Artık gezimizin bundan sonraki kısımlarında bu tür manastırlara daha sık rastlayacağız. Şimdi ise sıra tarih kitaplarında adını duyduğumuz, dünyada Türk’lere ait ilk yazılı belgeler olan Orhun Abideleri’ni görmeye geldi. Abidelere giden toprak yol 2008 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin desteğiyle asfaltlanmış ve Bilge Kağan Karayolu olarak adlandırılmış. Yarım saatlik bir yolculuk sonrası abidelerin bulunduğu araziye geldik. Dışarda duvarla çevrilmiş iki adet anıt bulunuyor. Etrafta kimseler yok ve kapı mavi bir bezle bağlanmış. Bezi çözüp içeriye girdik ve 1300 yıldır ıssız bozkırda ayakta duran Bilge Kağan anıtı bizi karşıladı. Göktürk alfabesiyle yazılmış bu iki anıttan biri Kültigin diğeri Bilge Kağan anıtı.
Bu anıtların orjinal olmadığını, orjinallerinin hemen yan taraftaki yine TC tarafından yaptırılan müzede korunduğunu ise müzeye girince anlıyoruz. Gittiğimizde müze kapalı olmasına rağmen rica ettik ve müzeyi bizim için açtılar. İçerde Orhun vadisinde bulunan Göktürklere ve Uygurlara ait eserler bulunuyor. Bunların en önemlisi tabi Bilge Kağan ve Kültigin anıtları. Bir tarafı Çin bir tarafı Göktürk alfabesiyle yazılmış bu eserlerle vedalaşıp Karakurum’a geri döndük. Artık gezinin son gecesi. Çadırımızda yanan sobanın çıkardığı sesin eşliğinde ve günün yorgunluğuyla derin bir uykuya daldık..
Moğolistan bu gezide heyecanla beklediğimiz noktalardan bir tanesiydi. Bu çorak topraklar beklentilerimizi karşılamanın da ötesine geçti. Belki bu gezi sırasında çok yoruldum, çoğu zaman kirliydim, teknolojiden ve topluluktan uzaktım ama özgürlüğü iliklerimde hissettim…
Kaynak: Başka Türlü Bir Şey