Hep denir zaman ne çabuk akıp geçiyor diye! Aynen de öyle, daha gezimin 1.yılını Endonezya’da Lombok Adası’nda arkadaşlarımla kutlarken bana dünmüş gibi gelirken, memleketten ayrıldığım Ağustos 2010 tarihi ve öncesi ise çok uzakmış gibi geliyor. Bir işim vardı, kedim vardı, evim vardı, hatta mastır yaptığımı anımsıyorum. Komik geliyor bana neden yapmışsam o da. Yollarda çok mu gerekiyor acaba bana işin esprisi tabi.
Bundan 500 gün önce Bangkok’tan başlamıştım gezime, 468 gün önce ise Okyanusya’daki masal ülkesi Yeni Zelanda’ya geçmiştim. Artık yeni bir kıtadaydım, Okyanusya’da. Aynı gece ben varmadan birkaç saat önce Christchurch şehrindeki olan depremle uyanacaktı Yeni Zelanda. Çok değil birkaç ay sonra depremin izlerini görüp, Christchurch’ten ayrıldıktan bir süre sonra ikinci bir deprem şehri vuracaktı, çok sayıda insan ölecekti,şanslıymışım.
Franz Jozef’te hayatımda ilk defa bir buzulun üzerinde yürürken, bundan birkaç gün sonra, adrenalinin başkenti olarak bilinen Queenstown’da patlayan havai fişeklerin altında, hayatımda ilk defa güney yarım kürede 2011’e merhaba diyordum. Yeni Zelanda’nın Güney Adası’nda, dünyanın en güzel yerlerinden biri olarak geçen Milford Sound’da fiyordlar arasında, dağlardan akan onlarca şelaleleri, kayalar üzerinde uyuyan fok balıklarını izlemek unutulmaz anlarımdan biri olacaktı.
Kuzey Ada’daki diğer bir adrenalin şehri Taupo’da, 47 metreden atladığım bungee-jumping ile 15.000 feetten kendimi boşluğa bıraktığım skydiving, hayatımın hem ilkleri hem de adrenalini en zirvedeki hissettiğim anlar olmuştu. Aynı adrenalinin bir benzerini Lake Tekapo’da, Mount Cook’ta anlamsız bir şekilde eski göl yatağındaki kayalara tırmanırken kendimi bulduğumda hissetmiştim. Önüme çıkan kayayı ekipmansız aşmak mümkün olmadığı gibi, basit spor ayakkabılarımla bu noktadan geri inmek de imkansızdı. Bir yandan şahane manzaranın fotoğrafını çekerken, öte yandan kurtarma ekiplerini telefonla arasam da gelip beni alsalar diye düşünüyordum. Sonra düşününce yeni bir alternatif bulmuştum. O dik yamaçta, kısa maki tarzındaki ağaçların köklerine 4 elle yapışarak 100 metre kadar asıla asıla gidip asıl patikaya ulaşmıştım. Galiba gezimdeki ilk maceramdı bu.
İlk önce kalmaya karar verdiğim, ama sona anda “yolda olmak” duygusuna yenilip, kararımı bir gecede değiştirip büyüleyici doğaya sahip bu masal ülkesinden vazgeçip kendimi Fiji’nin baştan çıkarıcı adalarına bundan 261 gün önce atmıştım. Birkaç gün sonra Fiji’nin ilk yerleşim yeri olan Viseisei köyünde, atalarının yamyam olduğunu söyleyen biri ile kava içerken bulmuştum kendimi. Hayatımda gördüğüm en güzel gün batımlarına da orada şahit olacaktım.
Binlerce balık ve köpekbalıklarının yüzdüğü şahane denizi olan Fiji Adaları’ndan birinde, bembeyaz kumların üzerinde, kokonat ağaçlarının gölgesinde kurulmuş hamakta kitabımı okuyordum. Evet aynen rüya gibiydi, dünyanın öte ucunda bir adadan diğer bir adaya geçmek, denizlerinde balık ve deniz yıldızlarını sadece yürürken bile izleyebilmek.
Yeni Zelanda’mı Avustralya’mı diyenlere hiç düşünmeden Avustralya diyeceğimi öğreneceğim kırmızı kıtaya vardığımdan bu yana ise 245 gün geçmiş. Avustralya ise yepyeni, aşmış bir ülke. Daha varır varmaz Sydney sizi büyülüyor. Darling Harbour, Circular Quay, Opera Binası, Manly ve Bondie Beach derken kendimi yepyeni bir deneyimin içerisinde buldum, “Help Exchange” ile orada tanıştım. 10 gün Down Sendromlu Mathew’e göz kulak olup, bahçe işleri yaptım.
Süresi bitecek olan pasaportumu Sydney’de yenilemek isteyince başarısız olmuş, hayalleri Türk bürokrasisine kurban gidecekken, şansımı Melbourne’de denemiştim. Yeni pasaportumu orada alabildiğimden midir nedir Melbourne’ü Sydney’den daha çok sevmiştim.
Bıraktım sırt çantamı Melbourn’de 213 gün önce. Attım kendimi Tazmanya canavarının ülkesine, bir hafta kalırım demiştim, nerdeyse 1 ay kaldım. Dünyanın en temiz havasını sahip, üçte ikisi ulusal park olan Tazmanya’da kiraladığım arabayla bir ulusal parktan diğerine geçiyordum. Hayatımda ilk defa soldan gidilen yolda, sağdan direksiyonlu otomobil kullanıyordum. Tasman Yarımadası, Freysinet National Park, Craddle Mountain derken 5 günde Tazmanya turumu tamamladım. Hobart’ta dönüp Bruce ve Lalita’nın şahane manzaralı evlerinde kaldım 10 gün. Bu defaki help exchange işinde boya, zımpara yapıyordum. Bahçe artık bitkileri ve ağaçlarından doğal gübre yapmayı öğrendim.
Hayatımda ilk defa karavanı orada kiraladım. Kiraladığım motorhome ile 1.300 km yolculuğuma Tazmanya’nın başkenti Hobart’tan başladım. Feribot ile Melbourne’e geçip gıcır gıcır yeni pasaportumu cebime koyup, dünyanın en güzel yollarından birinden, Great Ocean Raod’tan Adelaide ulaştım. İlk defa karavanda Melbourne’de uyudum. Yol boyunca hayatımda görmediğim kadar gökkuşağı gördüm, bazen aynı anda 2 tane birden görebiliyordum. İlkti, büyüleyiciydi.
Güneyin o soğuk ikliminden, kuzeyin tropikal iklime geçmeden önce Avustralya’nın göbeğinde Aborjinlerin kutsal mekanlarında, Uluru ve Kata Tjuta etrafında 20 kmlik yürüyüşü bir günde yaptım. Dünyanın en büyük kayası olan bu görkemli Uluru’ya tırmandım. Hayatımda ilk defa çölde kamp yaptım.
Alice Springs’ten aldığım 6 kişilik karavanla Avustralya’nın göbeğindeki bu çöl kasabasından kuzeye, 40 bin yıllık aborjin diyarı Kakadu’ya geçtim. Binlerce yıllık duvar resimlerine şahit oldum. Bu defa karavanımda 2 Alman, 1 Avustralyalı ile 1 Yeni Zelandalı vardı.
Avustralya’yı 3 ay gezip de, gülümseyen güzel insanların ülkesi Endonezya’ya ayak basmamdan bu güne 156 gün geçmiş. Kültürü, inancı, yaşam tarzları, harika doğası, pirinç tarlaları ile Bali’nin neden bu kadar ünlü olduğunu öğrendim. PADI dalış lisansımı ilk burada aldım, ilk motosiklet kazamı burada yaşadım. İlk dalışımda köpekbalığı gördüm. 3729 metrede gündoğumunu izlerken Lombok Adası’ndaki M.Rinjani’de aktif volkanında, hayatımda çıkmış olduğum en yüksek zirvede bulunuyordum. Hayatımda ilk defa aktif bir volkan görüyordum aynı zamanda. Hayatımda ilk defa yağmur ormanlarında kamp yapıyordum. Hayatımda ilk defa krater gölünün soğuk sularında yüzmüş ve yine ilk defa krater gölünün hemen yakınında bulunan volkanik sıcak suların keyfini çıkarıyordum. 2 gün sonra da yollarda oluşumun birinci yıl dönümünü Senggigi’de arkadaşlarla kutluyor olacaktım.
Çok geçmeden kendimi Jawa’da Madura Adası’nda karakolda bulacaktım. Aynı gece hiç tanımadığımız bir köye gidip köy şefinin evinde uyumuştum. Pasaportumu yanıma almadığım için ifade vermek zorunda kalıp içeri alınmaktan kıl payı yırtmıştım. Bir hafta sonra ise kendinizi sanki başka bir gezegendeymiş gibi hissettiren aktif volkan Mount Bromo’nun ağzındaydım, çıkan dumanları izlerken bir sigara yaktım. 2 gün sonrasında, evlerinde ne tuvalet ne de banyo olan bir dağ köyünce, kahve bahçelerindeki işlerinden evlerine gelen köylülerle çeşmede duş alıyordum dağdan gelen soğuk sularla.
Sumatra Adası’na geçtiğimde, dünyanın en büyük krater gölü olan Toba üzerinde olan Samosir adasındaydım. Sumatra’da gecenin bir yarısı 6.6 şiddetinde depremi yaşarken, ertesi gün ilk defa doğal ortamlarında orang-utanları görüyordum. Bukit Lawang’ta, yağmur ormanlarındaki derme çatma çadırımın altındayken, hayatımda ilk defa monitor lizardı gördüm.
Kuala Lumpur’da Çin mahallesini 98 gün önce geziyordum. Dünyanın en büyük mağara tapınağı Batu Caves’i görüp sonrasında sokaklarında dolaştığınızda kendinizi Avrupa’da hissettiren Melaka şehrindeydim. Bir zamanlar Times dergisi tarafından dünyanın en güzel adası seçilen Tioman’da dalış yapıyordum kısa bir süre sonrasında.
Şu an bulunduğum yere, Asya’nın modern ülkesi Singapur’a bundan 90 gün önce gelmiştim yine, 3 ay geçmiş üzerinden.
Borneo’da ekvator çizgisinin yakınlarındaydım bundan 86 gün önce. Doğa belgesellerinin çekildiği, dünyanın 3. en büyük adası Borneo denince, gözümde farklı bir dünya şekillenirdi. Ormanlar, vahşi hayat, jungle, bataklıklar, pitonlar. Borneo’nun bunun çok daha ötesi olduğunu keşfettim.
Yerel kabileleri, geleneksel yaşantıları, şahane İngilizceleri, hemen yanı başındaki tropikal adaları, orang-utanları, dünyanın en güzel dalış merkezlerinden bazılarına sahip olmaları… Fantastik Borneo’da 40 gün geçirdim. Dünyanın en büyük mağarası Deer Cave’in bir ucundan diğer ucuna 2 km yürüdüm. 2 gece üst üste tropikal adada çadırda kamp yaptım Tunku Abdul Rahman Park’ta, gece yabani domuzlar etrafımda dolaştığında adada bulunan tek yabancıydım.
Mabul Adası’nda dalış yaptım 6 defa, Kinabatangan Nehri’nde yaban hayatını keşfe çıktım sabahın erken saatinde tekneyle, gece ormanda dallarda çaresizce uyuyan rengarenk kuşlara dokunacak kadar yakındım. Aynı gece yatağımdaki kocaman fareyi, etrafımı çevreleyen sineklikten dışarı atmak için çırpınıyordum, ne eğlenceliydi. Daha birkaç gün önce aldığım yeni sırt çantamı, ertesi gün ben ormanda yürüyüşteyken kemirecekti fare, intikam olsa gerek.
Asya’da Tayland’ın gölgesinde kalmış, henüz popüler olmayan ama hakkının yenildiği düşündüğüm şahaneFilipinler’e ayağımı bastığımda tarih bundan 47 gün öncesini gösteriyordu. 2000 yıllık pirinç tarlaları arasında dolaşmak yepyeni bir deneyimdi. Meğer Filipinler’de ne çok kadim kabile varmış! Tıpkı Borneo’dakiler gibi, bunlar da bir zamanlar kafatası avcılarıymış. Dünyada sadece Çin, Sulaveşi Adası ve Filipinler’de görebileceğiniz “hanging coffins” denilen kayalara tutturulmuş veya üst üste dizilmiş asılı tabutları gördüm Sagada’da.
Hayatımın en büyük macerasını yine Sagada’da yaşadım. Basit baş lambası ve ayağımda sandaletimle, bir mağaradan diğer mağaraya olan 2 kmye yakın kaylık girdaplarla dolu yolu 4 saatte geçtim tek başıma, kayaların üzerinde her an ölümle yüzleşerek. O karanlıkta, garip bir huzur ve adrenalinin verdiği aptal cesaretiyle bunu yapmış ilk kişi olduğumu öğrenecektim kılavuzlardan sonrasında. İçeride o karanlıkta yarasalarla göz göze geldiğimden daha çok korktum, dışarıya çıkıp da gün ışığında kendime “ben ne yaptım böyle!” derken.
Serin iklime sahip dağlık bölgeden, bence dünyanın en güzel yerlerinden biri olan Palawan Adası’nda El Nido’ya geçip 3 gün üst üste tekne turuna çıktım, birbirinden güzel, büyüleyici. Hayatımda ilk defa kokonat ağacına çıktım: Beyaz kumlar üzerinde göğe 20 metre uzanan ağaçtan hindistan cevizimi kopardım.
Dünyanın en uzun 2. yer altı nehrinde tekneyle dolaşıyor olacaktım birkaç gün sonrasında. Ve şimdi Singapur’dayım 500. günümde. Sadece yemek yemek için dışarı çıkıyorum hostelimden. Öylesine zaman geçirip yeni pasaportumu bekliyorum.
Yolda olmak güzel birşey, bir yerden bir yere gitmek güzel birşey. Bu rakamların 2 katına ulaştığını görmeden dönesim yok. Döner miyim ya o da bilinmez.
Herkese uzak diyarlardan kucak dolusu sevgiler. Karşılaşalım biryerlerde…
Kemal KAYA Kimdir?
71 doğumlu, İzmir’de yaşıyor(du). Çocukluğunu yaz aylarında papatya ve kankırmızı gelincik kaplı tarlalarda, kayısı ve dut ağacının tepesinde geçirdi. İlkokulu da, ortaokulu da, lise ve üniversiteyi de Elazığ’da okudu, okudu, okudu hep okudu. Veteriner hekimlik yetmedi üzerine 2 yıllık Bilgi Yönetimi okudu, bir de işletme masteri yaptı. Ama onun için en güzel okuma anları National Geographic, Atlas, Bilim ve Teknik, Chip ve PC Magazine gibi dergileri okuduğu anlardı. Şimdilerde sadece ekşisözlük ve gezginlerin kişisel blog sayfalarını okuyor.
Bir ilaç şirketinde önce Van, sonra Elazığ’da çalıştıktan sonra Ege’e olan sevgisinden dolayı İzmir’e yerleşti. 14 yıl çalıştığı ilaç şirketi ile yollar ayrılınca nihayet, kendisine göre hayallerini gerçekleştirmek için, hayatının fırsatını yakalamış olduğundan, evini terkedip, kedisini arkadaşına verip kendisini önce Tayland’a sonra Yeni Zelanda’ya attı. Okumaya devam diyip 6 ay İngilizce kursundan sonra, yeteri kadar okudum artık yolda olmak ve keşfetmek zamanı diyip kendini yollara attı.
Geçmişte çoğu Avrupa’da olmak üzere 13 ülke gezmişti ama bu defaki gezmek anlayışı farklıydı. Sırtçantasına dünyasını doldurup yolda olmaktı bu defaki. Valiz, otel ve restoranın yerini sırtçantası, backpacker-hostel ve kendi yemeğini kendi pişirmenin olduğu bir yaşama, keşiflerle, bilgilerle, büyülenmişlikle, hayranlıklarla dolu bir yaşama, gerçek bir yaşama geçiş yaptı. Ona göre yaşamda, ağzımızla alıp midemize doldurduklarımız değil, göz, kulak ve diğer duyu organlarımızla alıp beynimize doldurduklarımız önemliydi.
Trafikten, bir yere yetişmenin yaşattığı telaştan uzak, plansız, saate, takvime bakmadan, sekiz-beş mesaisinden uzak, haftanın hangi günü olduğunu bile bilmeden işsiz, güçsüz ama özgür olarak yolda olmak…
Yolda olmak için de önce yoldan çıkmak gerek, kendi belirlediğiniz bir yolda olmak.
Güzel bir şey yolda olmak…
Kaynak: Yolda Olmak