Sakin Şehir Seferihisar ve Tohum Takas Şenliği
İzmir’den otobüse binip uzun zamandır methini duyduğum Seferihisar’a geçtik, ben tek ya da iki katlı evlerle, dar patikalarla, açık pazarlarla karşılaşmayı beklerken diğer şehirlerden hiç de farklı olmayan bir Seferihisar çıktı karşıma, her yanı süpermarket dolu, kocaman beton binaların herbir yanı çevrelediği. E hani sakin şehirdi? Hani Türkiye’deki tek “slow city” olmaya hak kazanan yerdi? Eğer önümüzdeki seneler için bir şey planlıyorlarsa bilmem ama ben “slow”luk namına pek bir şey gördüğümü söyleyemeyeceğim.
Buraya asıl gelişimizin amacı Tohum Takas Şenliği’ne katılmak. Malum, artık köylünün kendi tohumunu satması yasaklandı ve firmaların ürettiği tohumların piyasaya hakim oluşunun önü açıldı. İşte Tohum Takas Şenlikleri insanların tertemiz tohumlarını takas ettikleri şenlikler, onların dedikleri gibi “Onların yasası varsa bizim de tohum takas şenliklerimiz var!”. Düşününce bile sinirleniyorum nasıl bir akıl köylülerin sattığı tohumun firmaların ürettiklerinden daha “pis” olduğunu öne sürebilir ki? Şu modernleşme denen şey insanların akıllarını başından almış sanki. Asıl temiz olanın, doğal olan olduğunu fark etmek çok büyük zihinsel çaba gerektirmiyor halbuki.
Şenlikte harika yemekler yedik, amcalar, teyzeler kendi ürettikleri doğal ürünlerini sergilemişlerdi, ben de mis gibi kokan bir adaçayı demeti aldım, ailecek bal üretimi yaptıklarını anlatan bir teyzeyle muhabbet ettik, kovanları kamyonlarla en güzel çiçekleri olan yerlere taşıdıklarını öğrendik, ve daha bir çok detayı. Arıcılık üzerine yüksek lisans yapan sevgili arkadaşımız Astrid’i andık:)
Şenlik boyunca verilen konferansları dinledik. Şimdi adını unuttuğum bir grubun üyesi olan konuşmacı “Sizin artık o elinde tasıyla inek sağan köylü imajı tamamen yok oldu, benim yan komşum diğer komşumu horozu öttüğü için mahkemeye verdi!” diye anlatıyordu, “köy”lerin artık eskisi gibi olmadığını düşündürttü bana bir kez daha ve şehirliler olarak köylerdeki bu acı değişimin hiç farkında olmayışımızı da.
Sığacık
Festivalden sonra Sığacık’a geçtik bu sefer anladım dergilerdeki o şirin Seferihisar fotoğraflarının nerede çekildiğini. Sığacık’taki sur içi tam hayalimdeki gibi bir yerdi, portakal ve mandalina ağaçlarının her yanı kapladığı, ince bir zevkin ürünü evlerin sağlı sollu uzandığı dar sokaklar… Sepsessiz bir de araba yok, motor yok, tam kafa dinlenecek yer! Meğersem Pazar günleri burada organik ürün pazarı kuruluyormuş, sadece üreten kişi satabilirmiş, halden gelen ürünlerin satışına izin verilmiyormuş… Ne güzel satılan şeyin asıl sahibiyle muhattap olmak, bir aracıdan almamak ürünü.
Surun diğer tarafından çıktığımızdaysa evini tek tek mozaiklerle süslemiş, buraların en ünlü simalarından eski bir kaptana rast geldik. O kadar ünlü olduktan, o kadar kişiyle muhattap olduktan sonra bile bize sanki ilk ziyaretçileriymişiz gibi hevesli hevesli kendini ve evini anlatması bana çok garip geldi. “Nasıl içindeki heyecanı koruyabilmiş bu güne dek?” diye düşünmekten alamadım kendimi. Evinin hikayesinden bahsetti, eserlerini kaç günde bitirdiğinden nasıl ilham aldığına kadar her şeyi büyük bir heyecanla paylaştı bizimle. “Ben” dedi, “Yıllarca denizciydim o kadar ülke gördüm ama bu evi kurduktan sonra tanıştığım kadar insanla hiçbir zaman tanışmadım”. Egeli kıdemli kaptan ellisinden sonra gelen bu şöhretten son derece memnun görünüyordu.
Teos Antik Kenti ve Hoş Karşılaşmalar
Mandalina bahçeleriyle süslü yolu aşıp Teos Antik Kenti’ne vardık ve kurulmuş sofraları, özenle masalara dizilmiş geleneksel peyniri, tereyağını, sımsıcacık ekmeği ve şarabı gördüğümüzde hiç şaşırmadık. Çünkü o gün çok mutluyduk ve sevgi saçıyorduk etrafa; hep böyle olur, evrene iyi davrandığınızda o da size böyle küçük sürprizler hazırlar. Muhteşem bir sofra kuruluydu önümüzde ama kimsecikler görünmüyordu etrafta. İstanbul plakalı iki kocaman otobüsün bulunduğumuz yere yaklaşması çok zaman almadı, sonradan fast food ile gelen hızlı yaşam ve yerel yemeklerin kaybolmasına karşı duran “Slow Food” grubu olduğunu öğreneceğimiz topluluk otobüslerinden indiler ve kokteyl alanına doğru ilerlediler. İçlerinden birisi fransızca konuştuğumuzu duyunca ikimizi de turist zannedip ingilizce olarak bizi hemen yemeğe davet etti. “Hah tam üstüne bastınız, biz de çok açtık!” dedim içimden. Hem uzun zamandır takip ettiğim Slow Food Türkiye üzerine bilgi aldık hem de karnımızı harika yiyeceklerle doldurduk. Sonra birden ne göreyim? Defne Koryürek de kalabalığın içinde. Onu Türkiye’deki ekolojik hareketin içine dahil olan eylemleriyle tanıdım. Şu anda da takip edip çok sevdiğim şahsiyetler arasında kendisi. Nitekim gidip konuşamadım, utangaçlıktan değil de başı sürekli kalabalıktı, sürekli birileriyle konuşuyordu, araya girmek istemedim. Hem ne de olsa ileride tekrar karşılaşacağımızı biliyorum:)
Teos antik kenti büyüleyiciydi, özellikle de antik tiyatro. Sonra laf lafı açtı Xavier ile tiyatrodan ve birçok başka şeyden bahsettik, Slow Food tayfası çoktan gitmişti, ortamın sakinliğiyle huzur dolduk, taze havayı tekrardan içimize çektik ve bu cennetten ayrılma vaktinin geldiğini fark ettik. Tekrardan Seferisar’ın ve sonra da İzmir’in yolunu tuttuk.
Kaynak: Dünya Kazan Biz Kepçe