Her şey iptal olmanın, ben de sinir krizlerinin eşiğindeyken edebiyat hocam merdivenlerde durdurdu beni. Bak, çok emek verdin bu tiyatroya. İstiyorsan gideceğiz, uğraşacağım her şeyle. İstiyorum, gidelim, dedim. Sözünü tuttuğunu ispatlarcasına hızla müdürün odasına yollandı.
Okul tiyatrosuyla Almanya’da bir tiyatro festivaline katılmaya hak kazanmıştık. Oyunumuzu çok beğenmişlerdi. Gelgelelim sorunlar, oyuncakçının camından bakan sıkış tepiş çocuk kafaları gibi beliriveriyorlardı. Başka bir tiyatroda daha oynuyordum. Hani derler ya en cafcaflı zamanı diye, tam da öyle bir zamandaydık. Yeni oyunlar, provalar, gösterimler…. Öte yandan okul var. Fen lisesinde tiyatroya gidiyorum deyince şöyle bir döner bakarlar adama. Gidersek sınav haftasına denk geleceği için öğrenciler bile mızmızlanıyordu. Son olarak da festival komitesi uçak biletlerimizi karşılamıyordu ve para lazımdı. Ama hepsi çorap söküğü gibi birbiri ardına beni de şaşırtarak çözüldü. Kendimi Eskişehir tren garında buluverdim elimde bavul, yanımda arkadaşlarım, kalbimde heyecanla. Yolculuktan daha heyecanlı bir şey var mı şu hayatta? Ne göreceğin yerleri biliyorsun, ne tanışacağın insanları, ne de hissedeceklerini. Yol dediğin özgürlük dolu bir heyecan. Sadece sen, keyfin bir de keyfinin kâhyası…
Haydarpaşa’ya vardık. Boğazın soğuk rüzgârına rağmen vapurun açık kısmına geçtik. Vapurda ahretliğim diyebileceğim sevgili A. ile yan yana fotoğraf çektirdik. Yanı başımızdan yunuslar geçti. Biz de biraz üşümemek için biraz da yunuslara ve eski kıtaya selam olsun diye şarkı söyledik.
Bu keyifli vapur yolculuğundan sonra kahvaltımızı edip halamın İstanbul’da oturması vesilesiyle milyon kere gördüğüm Topkapı Sarayı, Sultanahmet, Ayasofya’dan oluşan “başlangıç seviyesi için Türk gezi üçgeni”ni gezdik. Oradan da havaalanına geçtik. Yüzde doksanımız ömründe ilk defa uçağa bineceği için cam kenarına oturma tartışmaları yolda başlamıştı bile. Bu arada hayırlı olsun, ilk Alman zannedilme olayım bekleme salonunda vuku buldu. Mavi gözlü ve sarışın bir zat olduğumdan bunlara hazırlıklıydım aslında. Fakat ben Türkçe konuşunca insanların hayret dolu yüz ifadeleri, kırk yıl zorlasam hayal dünyamda oluşturamayacağım imgelerdi. Bir de ısrarla yanındakine dönüp: A, aaa Türkçe konuşuyor bu, demiyor mu? Neyse, uçak havalanırken cam kenarına oturmayı başarmış şanslı şahsiyetlerden biriydim. Manzara harikaydı ama kalkış anında hep hissedeceğimi düşündüğüm iç gıdıklanması olmadı. Zaten bir yarım saat sonra hepimiz günün yorgunluğuyla uyuyakaldık.
Uçağımız Stuttgart havaalanına indi. İndiğimiz zaman çok ilginç bir koku burnuma çarptı. İster istemez büyüklerimizin o hoşgörülü, barış dolu ve birleştirici sözlerinden “gavur gibi kokmak” deyimi geldi aklıma. Ben bunları düşünürken bizi Schwabich Hall’e götürecek otobüsümüz gelmişti bile. Schwabich Hall’de bizi önce kapalı bir spor salonuna yerleştirdiler. Spor salonu bize kültür şoku yaşattı desem yeridir. Çünkü duşlar üç kişilikti ve tuvaletlerinde bizimkilere göre bir teçhizat eksikti. Ama ne yapmıyoruz, üzülmüyoruz; yaşasın ıslak mendil! Aslında ailelerin yanında kalacaktık ama son anda işler değişti. Sadece kızları ailelere yerleştirdiler. Sonra bir tane ev boş kalmıştı, onu da “çene” faktörüyle ben kaptım. Gece gece evin hanımının şaşkın bakışları ve pembe bigudileri eşliğinde eve yerleştim. Geleceğimden haberi yokmuş meğerse.
Schwabisch Hall-International Youth Theatre Festival ve workshoplar ertesi gün başladı. Her gün sabah sekizden öğleden sonra bire kadar workshoplarda çalışıyorduk. Her akşam saat sekizde farklı bir ülkenin oyunu sergileniyordu. Aradaki boşluk tamamen bize aitti. İlk iki gün şehri keşfetmekle ve yeni insanlarla kaynaşmakla geçti. Üçüncü günün sonunda bölge esnafı tarafından tanınma ve turistlere yol gösterme aşamasına gelmiştim.
Günün her saatini dolu dolu yaşamak, yepyeni insanlar tanımak, yepyeni bir şehri keşfetmek, ortak yaşantılar biriktirmek tarifsiz bir keyif. Schwabisch Hall bütün bunları gerçekleştirmek için biçilmiş kaftan aslında. Bize kahvaltı ve öğle yemeği için kapılarını sonuna kadar açan Goethe Enstitüsü ve Heilbronn Yüksekokulu’nun da katkılarıyla genç ve dinamik halkı, şehrin endüstrisi çok fazla gelişmediği için İkinci Dünya Savaşı’nda saldırıya uğramamış tarihi yapıları, şehrin kılcal damarları Kocher nehri ve kolları, su boyundaki kafeleri ve pubları hoş zamanlar geçirmemiz için sunulmuş güzelliklerdi. Ayrıca bu şehir tam bir sanat mabedi. Neredeyse her hafta bir etkinlik düzenleniyor. En önemlisi de Almanya’nın en ünlü tiyatro festivallerinden Freilichtspiele Schwabisch Hall festivali. Bu festivali diğerlerinden farklı kılan özelliği oyunların şehrin ana kilisesi St. Michael’in muazzam merdivenlerinde oynanıyor olması. İzleyiciler de kilise meydanına kuruluyor ve keyif başlıyor.
Festivalde her milleten insanla tanıştık, kaynaştık. Ama Polonyalılarla daha bir kaynaştık sebebini çözemediğim bir şekilde. Her akşam beraber takılıyorduk, parklarda şarkılar söylüyorduk, dağıtıyorduk. Milyon kere Alman’a benzetildim ama ben Polonyalılara daha çok benziyorum sanırım. Aradan üç sene geçti, hala iletişim halindeyiz. İletişim demişken, festivalde iletişim kurmakta zorluk çektiğim tek canlı, bir kelime İngilizce bilmeyen, Alman olduğu iddia edilen ama Almanca da anlamayan aşçı kadındı. Etli ve etsiz olmak üzere iki seçenek olarak sunulan yemekten etsiz olanı istediğimi bir türlü anlatamadım. En sonunda elimle burnumun ucunu kaldırıp domuz gibi ses çıkardım ve abartılı hareketlerle “naynnnnnn” diye bağırdım. İşte o gün sebzeli yemek yedim. Ertesi gün kadın tüm beyni resetlenmiş olarak karşımdaydı. Ben de daha fazla itiraz etmeden tabağıma ne koyduysa yedim.
Her grup oyununu kendi anadilinde oynamasına rağmen hepimiz birbirimizin oyununu anladık ve çok eğlendik. Tiyatronun evrensel dili bu olsa gerek. Ben üç yıllık kısacık tiyatro yaşamım boyunca en iyi performansımı orada gerçekleştirdim. En çok orada mutlu oldum sahnede olmaktan, en çok orada hissettim alkışları iliklerimde. Bu sahne sarhoşluğunun ardından o gece Polonyalı grup ile eğlenmeye gittik. Ardından şehrin en büyük parkına gidip midemiz bize uyarı sinyalleri gönderene kadar salıncaklarda sallandık. Saat üç gibi herkes evine yollandı. Yollandılar demek daha doğru olur çünkü benim adım atacak halim yoktu. Goethe Enstitüsü’nün karşısındaki otobüs durağına oturdum. Sokak lambası tam da durağa vuruyordu. Biraz mutlu biraz hüzünlüydüm. Buraya geldiğim için kendimi tebrik ediyor, ertesi gün gideceğim için hüzünlere gark oluyordum. O sırada Goethe Enstitüsü’nün avlusundan gelen genç bir adam gördüm. Koyu renk pantolon, dar yakalı beyaz gömlek giymişti. Durağın metal tabelasına kafamı yasladım, yanıma kadar gelişini ve oturuşunu izledim. Oturdu ve Almanca bir şeyler söyledi. Almanca bilmediğimi, Türk olduğumu söyledim İngilizce.
Hiç Türk’e benzemiyorsun, dedi. Ben de,
Sen de hiç Alman’a benzemiyorsun, diye tersledim. Hakikaten de benzemiyordu. Daha çok İtalyan, İspanyol gibi bir havası vardı. Sadece gülümsedi. Ben de az önceki kaba davranışımdan utandım. Özür diledim. Bir şey demedi sadece başını geriye yaslamakla yetindi. Belli etmese de alkollüydü. O saatte insan hala sokakta, kediler gibi yalnızsa sebebi bellidir, değil mi? Biraz sonra sohbet etmeye başladık. Yazar olduğunu daha doğrusu yazar olmaya çabaladığını söyledi. Zor iş, dedim. Yine gülümseyip bu sefer çarparcasına kafasını geriye yasladı. Sonra birden,
Harika bir yer biliyorum, tüm gece tango çalıyorlar. Gidelim mi, dedi. Tango lafını duyunca neredeyse ayılmıştım bile. Zaten o saatten sonra eve gitmenin de bir mantığı yoktu. Bu uydum akıllının vereceği cevabı çoktan tahmin etmişsinizdir. Hadi gidelim, dedim hemen. İyi ki de gitmişiz. Biz gider gitmez eğlence sokağa taştı. Müzisyenler de dışarı çıktı. Günün ilk ışıklarına kadar herkes sokakta dans etti. Tabi ortalıkta tangonun “t”si yok. Yöresel bir müzikti daha çok. Muhtemelen o başka bir şey dedi ben de hemen tango diye kafamdan uydurdum. Sonra ikimiz güle, yalpalaya sokaklarda yürüdük. Bir süre sonra karşılaştığımız durağa gelince durduk. O yolun karşısına geçti. See you soon, dedi ve ara sokaklardan birine daldı. Nedensiz karşılaşıp, nedensiz ayrıldık. O sırada kahvaltı için enstitüye gelen insanları gördüm. Aylakça peşlerine takıldım ben de.
Son günümüzde workshop grupları bir hafta boyunca hazırladıklarını sundu. Ardından festivallerin olmazsa olmazı veda partisi. Hem bedenen hem de zihnen yorgun hissediyordum. Havaalanında boş koltuk olmadığı için yerlere yayıldık. O anda kendime bir söz verdim. Bu harika ve gizemli şehre tekrar geleceğim. Ve umarım yine sahne üzerinde…
Eskişehir’e döndükten sonra Avrupa’ya seyahat ben de bir takıntı olmuştu. Bir şekilde az parayla çok yer görmek, Avrupa’da çok vakit geçirmek istiyordum. Derken bir gün kitapçıda daha önce hiçbir bilgimin olmadığı İnterrail hakkında bir kitap buldum. Eve giderken kitabı yarılamıştım ve hemen bir diğer ahretliğim sevgili N.’yi aradım,
Az önce kitapçıdan ikimize harika bir hayal satın aldım, sevgili N.
***
SERHAT ÖNCE